28 Şubat 2012 Salı

Citizen Kane(1941)




1941 yapımı bu başyapıt Orson Welles 'in ilk uzun metrajlı filmi.

Welles 'in hem yönetip aynı zamanda başrolünde oynadığı Citizen Kane, çekim teknikleri ve ışık kullanımında getirdiği yeniliklerin yanında çarpıcı bir senaryoya sahip.

Dokuz dalda Akademi Ödülü 'ne aday olup, bir dalda (En İyi Senaryo) Oscar alması filmi izledikten sonra yaşanacak hayal kırıklığının ta kendisi.

Filmin konusuna gelince, dönemin medya patronu Charles Foster Kane kendi yaptırdığı ve ölümüne kadar kimsenin keşfedemeyeceği enteresan malikânesi Xanadu 'da ölür. Son sözü ise izleyicinin de film boyunca filmde ki gazeteciler gibi arayışında olacağı "rosebud" dir. İzleyicilerin "rosebud" in ne olduğu merakı film ilerledikçe artacak, bu sırada da Charles Foster Kane 'in kim olduğu, nasıl bir kişiliğe sahip olduğu arka planda sunulacaktır.

Filmin konusu, çekim tekniklerindeki yenilikler, yönetmenlik adına yenilikler bir yana Orson Welles 'in oyunculuğu mükemmele yakındır. Kane 'in Xanadu 'daki son sahnesi yüzlerce kez izlenebilir.

Amerikan Sinema Endüstrisi nasıl oldu da bu kadar ilerledi bilinmez ama ilk adımı Orson Welles ile atmış olabilir.

20 Şubat 2012 Pazartesi

Serpico(1973)





Film Peter Maas 'in çok satan biyografi kitabından uyarlanarak çekildi.

Filmin yönetmenlik koltuğuna ise 12 Angry Men ve Dog Day Afternoon gibi unutulmaz filmlerinde koltuğunda oturan Sidney Lumet oturur.

Francisco Vincent Serpico ‘nun gerçek hayat hikayesini anlatan film o yıllarda ayyuka çıkan polis teşkilatı içinde dönen, rüşvet çemberinin içinde kalan, işini düzgünce yapmak isteyen Frank Serpico(Al Pacino) 'nun etrafında döner.

Frank Serpico polis akademisinden yeni mezun olmuş hayatı tanımaya yeni başlamış genç bir polistir. Onu diğerlerinden ayıran özellik ise namusunu ön planda tutması ve hayatını bir hippi gibi yaşamasıdır. Bu özelliklerinden dolayı ne kendine bir yer edinebilecek ne de olduğu yerde huzuru bulabilecektir. Hayatında ki gelgitler izleyiciye "bu işin sonu ne olacak" sorusundan bir adım bile uzaklaştırmayacaktır.

The Godfather(1972) 'dan  hemen sonra çekilen film Al Pacino 'nun gelişmekte olan oyunculuğunu izleyiciye bütün çıplaklığıyla gösterir, filmi bir boyuttan alıp diğer bir boyuta atar. Filmi izlerken Al Pacino olmasaydı ne olurdu, Frank Serpico 'nun yalnızlığı havada kalabilir miydi soruları Al Pacino 'nun oyunculuğunu kanıtlar nitelikte.

Al Pacino 'ya yan rollerde Tony Roberts , John Randolph , Barbara Eda-Young, Cornelia Sharpe eşlik eder.

Al Pacino 'ya Altın Küre ve David di Donatello ödüllerini kazandıran film, En İyi Erkek Oyuncu  ve En İyi Uyarlama Senaryo dallarında da Oscar 'a aday gösterildi.

Al Pacino 'nun oyunculuğunu görmek, Frank Serpico 'nun hayatına Sidney Lumet 'in gözünden bakmak isterseniz güzel bir dönem filmi.

14 Şubat 2012 Salı

Yazı Odasında Yolculuklar


















Oğuz Atay'ın Günlük kitabını okuduktan sonra Tutunamayanlar'ı tekrar okumayı planlıyordum. Geçen hafta elime alıp yüz sayfa kadar okudum ama o kitabı okumak için yeterli konsantrasyonum olmadığı için erteledim bir süre daha. Ne okusam diye düşünürken bir Paul Auster kitabını daha çıkardım aradan. Yazı Odasında Yolculuklar'ı okumamla birlikte geriye son çıkan kitabı ile birlikte üç tane kitabı kaldı. Kalanları da kısa sürede bitiririm umarım.

Bildiğiniz gibi son dönemde son derece gereksiz olduğunu düşündüğüm bir siyasi tartışmanın içindeydi Auster. Ben politikadan pek anlamam, dolayısıyla haklı veya haksız tartışması yapmayacağım burada. Üzüldüğüm nokta, Paul Auster gibi harika bir yazarın bu şekilde ülkemizde tanınmış olması. Bu tartışmaya dahil olan hem iktidar hem de muhalefet saflarında bulunan birçok politikacının bile eline bir tek Auster kitabı almadığını düşünüyorum. Paul Auster'ın kitaplarında anlattığı hikâyeler hep apolitik bir dünyada geçer. Karanlıktaki Adam'ı yazarken bahsetmiştim bu konudan. Sadece tek bir istisna var: Karanlıktaki Adam. Onunda ne kadar ciddi bir politik içeriği olduğu tartışılır. Demek istediğim Auster gibi üst düzeyde hayranlık duyduğum bir yazarın bu tarz bir tartışmayla gündeme gelmesi ve popüler olması son derece üzüldüğüm bir konu.

Kitap ise diğer Auster kitaplarından biraz farklı. Daha önceki kitaplarına bir saygı duruşu niteliğinde altmışıncı yaş gününde okuyucusuyla buluşturmuş Yazı Odasında Yolculuklar'ı. Önceki kitaplarına bir saygı duruşu dedim çünkü kitapta bahsi geçen isimler aslında önceki hikâyelerin kahramanlarının isimleri. Bunu kitabın sonuna doğru Benjamin Sachs ismini görünce çözdüm. Biraz geç oldu ama hoş bir ayrıntıydı açıkçası.

Kitabın konusu ise şöyle. Bir adam gözlerini bir odada açar. Hiçbir şey hatırlamayan bu yaşlı adam, odaya giren bazı kişilerle konuşmaktadır. Bu isimleri not ederek, bir önceki günü bile hatırlamayan bu adam bir şeyler hatırlamaya çalışmaktadır. Neden bu odada olduğu, gelip giden insanların kim olduğunu anlamaya çalışır ama bu çok kolay değildir.

Kitap yine Auster'ın zihninden çıkmış enteresan bir hikâyeydi. Sonuçta bir Paul Auster kitabı ve belli bir standartı yakalamış durumda ama Auster standartlarının bir tık altındaydı sanki Yazı Odasında Yolculuklar. Buna rağmen akıcı bir kitap. Olayı enteresanlaştıran ayrıntı ise eski kitaplarına bir selam ediyor olması. Bir başka deyişle Paul Auster'ın diğer kitaplarına adapte olduktan sonra(yirmi civarı kitabını okumuş biri olarak şımarma hakkını görüyorum kendimde) okumak mantıklı görünüyor. Eğer okumayı düşünürseniz zaten kısa ve akıcı bir hikâye olduğu için bir günü bile bulmayacaktır bitirmeniz. Keyifli okumalar herkese.

13 Şubat 2012 Pazartesi

Drive


















Yılın ses getiren yapımlarından bir tanesiydi Drive. Filmi izlemek için vizyona girmesini bekliyordum. Malum tüm filmleri evde eritirseniz sinemaya gitmek gibi bir keyiften mahrum kalabiliyorsunuz bazen. Gerek konusu, gerekse benim beklentilerim ölçüsünde sinema salonlarında izlemeye uygundur diye bir fikir oluşmuştu aklımda. Nitekim bu hafta vizyona giren filmi gidip yerinde gördük. Filmi izlemeden önce hakkında birçok iyi yorum duymuş ve okumuştum. Sonuç mu? Tam bir hayal kırıklığı.

Drive 'ın yönetmen koltuğunda, Danimarkalı yönetmen Nicolas Winding Refn oturuyor. Refn adına izlediğim ilk film bu. Film James Sallis 'in aynı adlı kitabından uyarlama. Başrollerinde, Ryan Gosling ve Carey Mulligan 'ı görüyoruz. Ryan Gosling biraz daha ön plana çıkıyor. Zaten karakter üzerinden yükselen bir senaryo olduğu filmin isminden, afişinden kısacası her halinden belli. Filmin müziklerini Cliff Martinez yapmış ki bence film adına bahsedilebilecek nadir olumlu notlardan.




Senaryoya gelirsek, esas oğlanımız(Gosling) bazen dublörlük yapan sıradan günlerinde ise bir oto tamirhanesinde çalışan üst düzey bir sürücüdür. Arada bir illegal işlere karışır ve soygunlara yardım etmek gibi kötü şeyler yapar. Kocası hapiste olan güzel bir komşusu(Mulligan) ve onun küçük oğluyla oldukça iyi ilişkiler kurar. Bu güzel bayanın kocası cezasını tamamlar ve eve döner. Ama hapishane günlerinden kalma bir beladan kurtulamaz. Soyması gereken birileri vardır ve esas oğlan adamımıza yardım edince olaylar farklı bir boyuta taşınır.

Filmin fena olmadığını anlatan o kadar çok şey okudum ve dinledim ki neden kötü olduğundan burada bahsetmek istemiyorum. Çünkü bir başlarsam spoiler üstüne spoiler vererek sayfalar dolusu ayrıntı yazabilirim size. Yüzeysel olarak birkaç şeyden bahsetmek gerekirse, öncelikle senaryo özgün değil. Aranızda Transporter, Ajeossi gibi filmleri izleyenler varsa ki vardır, bu tarz filmlerin buram buram kokusunu alacaktır. Benim için önemli olan bir diğer konu ise film senaryo konusunda ayrıntılarda boğulmuş diye düşünüyorum. Örneğin, Driver 'ın bir dublör olması filmin gidişatında çok daha iyi işlenebilirdi.




Drive adına söylenebilecek iyi şeyler de var elbet. Sahne geçişleri sırasında hem tam o anı hem de bir süre sonrasını parça parça gösteren çekim tekniği oldukça başarılıydı. Müzikleri çok iyi ve filmin içine sizi çeken türden başarılı işlenmiş. Filmin sıkmaması da önemli bir detay olarak göze çarpıyor. Seyir zevki yüksek bir film ama bir cumartesi sabahı televizyondan izlenebilecek kadar. Fazlası yok.

Drive 'ın, an itibarı ile IMDB oyu 8,0. İşin açığı bu oyları kim verdi, verirken ne düşünerek verdi hiç bilmiyorum. Oscar 'a aday olduğu aklıma geliyorda filmin bir an, sanırım bu işte en önemli ayrıntı pazarlama. İyi seyirler mi diyim ne diyim bilemedim. Bir ara oturup izleyin. Aslında oturup izleyin demek ne kadar doğru bilmiyorum. Denk gelirse izleyin demek daha doğru sanırım.

11 Şubat 2012 Cumartesi

Midnight in Paris


















Geçtiğimiz senenin en dikkat çeken yapımlarından bir tanesiydi Midnight in Paris. Nitekim dört dalda Oscar adaylığı alarak bunu perçinlemiş oldu. Son dönemde filmleri izlemeden önce hakkında herhangi bir şey okumamaya dikkat ettiğim için Midnight in Paris'i izlemeden önce de senaryoya dair hiçbir şey bilmeden seyrettim. Aslında The Help'i izleyecektim ama filmlerin süresini göz önüne alınca bir cumartesi sabahı için Midnight in Paris daha cazip geldi gözüme. Sonuç ise tek kelimeyle mükemmel. Bugüne kadar izlediğim tüm filmler içinde en keyif aldığım filmlerden biriydi kuşkusuz. Tadına doyamadım filmin desem yeridir. Bu aynı zamanda Scoop'tan sonra seyrettiğim ikinci Woody Allen filmi oldu. Michael Haneke, Stanley Kubrick, David Lynch ve Woody Allen gibi yönetmenlere bir türlü konsantre olup, filmlerini izleyerek aradan çıkaramadım. O yüzden bu isimlerin filmleriyle ilgili yorumlar yaparken kıyaslama yapmak, tarzlarından veya başarılarından bahsetmek çok kolay olmuyor. Buna karşılık, izlediğim ikinci filmi itibarı ile Woody Allen'ın benim için artık çok özel bir yeri olduğunu söylerken zorlanmıyorum. Dediğim gibi, Midnight in Paris bugünden itibaren benim favorilerimden bir tanesi.

Filmin yönetmenliğini yapan Woody Allen, aynı zamanda filmin senaryosunun da sahibi. A Separation'ı yazarken Hollywood'un son yıllarda senaryo konusunda ıkındığını, çok büyük sıkıntı çektiğini söylemiştim. Scarface'in üçüncü kez uyarlanacağını okudum geçen hafta ki bence buna oldukça önemli bir kanıt olarak gösterilebilir. Bundan ötürü Orta Doğu Sineması, Avrupa Sineması gibi film endüstrileri çok daha fazla dikkat çekiyor son yıllarda. Nitekim A Separation'ın senaryosunu oldukça beğenmiştim ve çoğumuz yılın filmi olabileceğine dair pek çok şey okuduk, duyduk ve söyledik. Buna karşılık Midnight in Paris'in senaryo konusunda mükemmel bir örnek olduğunu düşünüyorum. Tam bir usta işiydi. Ne derece özgün bilmiyorum ama ben daha önce buna benzeyen başka bir senaryoyla karşılaştığımı hatırlamıyorum. En azından bu kadar tatlı, içten, başarılı işlenmiş şekliyle hatırlamıyorum. İşte benim iyi yönetmenlik anlayışım tam bu noktada başlıyor. Kısacası film, En İyi Özgün Senaryo, En İyi Film ve En İyi Yönetmen adaylıklarını fazlasıyla hak ediyor. Filmlerin hepsini izlemeden kazanmayı hak ediyor diyemem size ama adaylık için Akademi'nin çok fazla düşündüğünü sanmıyorum.

Oyuncu kadrosu ise oldukça dikkat çekici. Owen Wilson, Rachel McAdams, Marion Cotillard, Adrien Brody, Carla Bruni isimleriyle uzayıp gidiyor liste. Filmin çok göze batan bir oyuncusu yok. Herkes belli bir standartı yakalamış ve oyuncu seçimi kesinlikle çok başarılı yapılmış. Belirtmeden geçmek istemiyorum ki Rachel McAdams yine harika görünüyordu. Ekranın en güzel kadınlarından biri olduğunu düşünüyorum. Oyunculardan bahsettiğim bu kısımda Marion Cotillard ile ilgili bir şeyler söylemek istiyorum. Bence günümüzün kadın oyuncu konusunda en faktör ismi hatta tek faktör ismi Meryl Streep. Tabi oyunculuktan bahsediyorum. Popülarite, marka değeri, güzellik gibi faktörler farklı isimleri getiriyor aklıma. Kim Basinger, Michelle Pfeiffer gibi isimler bir dönem acaba mı dedirtse bile bence Meryl Streep tek isim. Eğer günün birinde bu konuşma için başka bir isimden bahsedeceksem bu isim Marion Cotillard olacak gibi görünüyor. Henüz otuz yedi yaşında olmasına rağmen Inception, Big Fish, Jeux d'enfants, La môme gibi müthiş filmlerden oluşan bir geçmişi var ve sözünü ettiğim bu farkı yaratmak adına emin adımlarla ilerliyor(Inception ile Oscar'a nasıl aday gösterilmedi hala anlayabilmiş değilim o ayrı konu).

Konu isimden de anlayabileceğiniz üzere Paris'te geçiyor. Gil ve Inez evlilik arefesinde Paris'e gitmiş olan Amerikalı bir çifttir. Gil bir yazardır bir roman üzerinde çalışmaktadır. Çiftimiz, Paris'te Inez'in eski bir arkadaşı ve onun nişanlısıyla karşılaşırlar. Gil'in tam anlamıyla antipatisini kazanan bu çift -özellikle Paul- Inez için tarifsiz bir şanstır ve sürekli birlikte vakit geçirmeye başlarlar. Bir gece Inez bu çiftin teklifine hayır demez ve birlikte dans etmeye giderler. Gil ise otele dönmeye karar verir. Otele giderken yolunu kaybeden Gil, bir kaldırım kenarında otururken bir araba yanaşır ve içinde bulunan insanlar Gil'i birlikte takılmak için arabaya binmeye ikna eder. Gil her gece yarısı oraya gider, o arabaya biner ve farklı bir zaman diliminde farklı insanlarla tanışır. Gil aradığını bulmuş gibidir bu insanların sayesinde. Bu insanlar Ernest Hemingway, Pablo Picasso, Cole Portner gibi isimler olunca film tadına doyulmaz bir şekil alır. Bu isimlerin tam listesini Seyirci Koltuğu'nun ilgili yazısında bulabilirsiniz.

Film kusursuz, film mükemmel, film harika. O kadar çok beğendim ki Midnight in Paris'i bunu size bu yazıyla ne kadar aktarabildim emin değilim açıkçası. Benim favori filmlerimi barındıran bir listem vardır. Bu listenin içinde yirmi civarı film mevcut. Yani güzelle çok güzeli farklı kılan ince bir çizgim var ve benim için çok güzel sınırını geçmiş filmlerden bir tanesi oldu Midnight in Paris. En kısa zamanda izlemeniz dileğiyle. Şiddetle tavsiye ediyorum hepinize. Şimdiden iyi seyirler. Son bir önerim ise, filmi sakın karambole getirmeyin. Boş bir zamanınızda sindire sindire filmin içine girerek izleyin. Yüzünüzde istemsiz bir tebessüm oluşmamış ise becerememişsinizdir filme dahil olmayı. Kapatın ve baştan izleyin. 

8 Şubat 2012 Çarşamba

Tinker Tailor Soldier Spy


















Oscar'a her ne kadar çok fazla itimat etmesem bile, hak edenin hak ettiğini tam anlamıyla bulamamasına rağmen hâlâ en prestijli sinema ödülleri olarak varlığını koruyor. Bu sebepten ötürü, tören yaklaştıkça yavaş yavaş aday olan filmleri aradan çıkarıyorum ben de. Bu sene üç adaylıkla törende kendine yer bulacak filmlerden Tinker Tailor Soldier Spy. Her ne kadar casus filmleri -James Bond serisi dahil- çok fazla ilgimi çekmiyor olsa da iyi örnekleriyle karşılaştığımız bir tür. Nitekim oyuncu kadrosunu duyunca izlemek için çok düşünmeye gerek kalmamıştı filmi. Bugün itibarı ile izledim ben de. Film ülkemizde henüz bu hafta vizyona girecek. 2011 yapımı olan bu filmi çok beğendiğimi söyleyemem.

Film kitaptan uyarlama bir senaryo. En İyi Uyarlama Senaryo dalında Oscar'a aday gösterildi bu sene. Yönetmenliğini İsveçli yönetmen Tomas Alfredson yapmış ve Tinker Tailor Soldier Spy izlediğim ilk Alfredson filmi oldu. Oyuncu kadrosu ise oldukça dikkat çekici. Gary Oldman, Colin Firth, Tom Hardy ile başlayan liste, bu üç isimle yeterince dikkat çekici olmayı başarıyor zaten. Oldman, filmdeki rolüyle ilk defa Oscar adaylığı kazanmış durumda. Ne kadar şansı olduğu ise tartışmaya açık bir konu.

Soğuk Savaş dönemini anlatan film, İngiliz Gizli Servisi MI6'ten tasfiye edilmiş olan George Smiley(Gary Oldman)'in, servis içinde olduğu sanılan Köstebek'i bulmak için tekrar görevlendirilmesini konu alıyor. 

Filmin, özellikle oyunculardan kaynaklı mutlak bir karizması var bu yadsınamaz bir gerçek. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, filmin sonuna kadar acaba bir şey olacak mı, bir şey kaçırdım mı tarzı sorular döndü aklımda. Film bittiğinde ise filmin ne kadar tatsız olduğunu anladım. Hani baharatı unutulmuş yemek benzetmem vardır ya benim filmler için, o tarz değil ama film sanki genel olarak başarılı olmamış gibiydi. Bir casus filmi için fazla durağandı bence. Birçok yerinde ister istemez sıkıldım, hatta uykum geldi. Oyuncuların, özellikle Gary Oldman'ın bu kadar faktör olduğu bir yapım olmasa, muhtemelen ilk saatin sonunu görmeden bırakırdım izlemeyi.

Gary Oldman'a gelince, yıllardır neden Oscar'a aday gösterilmediği  konuşulur hep. Hatta bu filmden sonra bir çok yerde "Nihayet" ya da ona benzer yorumlar görmeniz mümkün. Kendi fikrimi söylemem gerekirse, sonuna kadar hak ettiğini düşünüyorum. Colin Firth gibi bir oyuncuyu bile gölgede bıraktığını çok rahatlıkla söyleyebilirim. Leon'un psikopat polisi, Batman'in görevini en iyi şekilde yapan polis şefi gibi rollerden sonra(iki filmde de polis olduğuna bakmayın, izleyenler ne kadar farklı karakterler olduğunu çok iyi bilir), gizli servise ait bir ajanı da son derece başarılı canlandırdığını düşünüyorum. Oscar'ı kazanır mı bilinmez ama adaylığı sonuna kadar hak ettiği kanaatindeyim.

Filmin bizim için önemli olan bir diğer detayı ise, bir kısmının İstanbul'da geçiyor olması. Tom Hardy'nin Türkçe konuştuğunu görmek oldukça keyifliydi.

Film için çok beğendim, başarılıydı, mutlaka izleyin tarzı şeyler söyleyemem size. Ama ne olursa olsun -en azından kadronun hatırına- izlenmeyi hak ediyor. Her şey bir yana, Gary Oldman'ın performansını görmek için bile iki saatinizi ayırmaya değer. Tinker Tailor Soldier Spy, bakalım Oscar Gecesi'nde bir sürprize imza atabilecek mi? Bekleyip göreceğiz.

7 Şubat 2012 Salı

Melancholia


















Melancholia, 2011 yılının ses getiren yapımlarından bir tanesi. Dün bir fırsatını bulup izledim. Nasıl desem size, sıradan bir film değil. Başka bir deyişle daha önceden izlemiş olduğum filmlere çok benzemiyor. Değişik biraz, sebeplerinden birazdan bahsedeceğim. Melancholia'nın dilimizde bulunan karşılığının melankoli olduğunu anlamak zor değil. Türkçeye çevirirken de oynama yapılmamış ve Melankoli ismiyle yer bulmuş. Filme başlarken, ister istemez melankoli kelimesinin anlamıyla bağdaştırıyorsunuz ama filmi izledikten sonra işlerin öyle yürümediğini anlıyorsunuz.

Filmin yönetmenliğini Danimarkalı yönetmen Lars von Trier yapmış. Lars von Trier aynı zamanda filmin senaryosunu kaleme alan kişi. Kendisini Dancer in the Dark, Dogville gibi filmlerden hatırlayabilirsiniz. Başrollerde ise Spider-Man'in Mary Jane'i olan Kirsten Dunst'ı, Charlotte Gainsbourg'u ve Kiefer Sutherland'ı görüyoruz. Kirsten Dunst ve Charlotte Gainsbourg, isimleri Justine ve Claire olan iki kız kardeşi canlandırıyorlar. Kiefer Sutherland ise Claire'in (Charlotte Gainsbourg) kocası rolünde. John karakteri de onunla hayat buluyor.

Melankoli, anlamı herkes tarafından çok net bilinen bir kelime değil. Benim bildiğim kadarıyla, üzüntü seviyesi yüksek bir ruh halini anlatıyor. İnternetten yaptığım araştırma sonucu, bir diğer anlamının da kara sevda olduğunu öğrendim. Filmde yer alan Melancholia ise var olan bir gezegenin adı. Tam emin olamamakla beraber -bu emin olamamanın sebebi melankolinin anlamını tam sindirememiş olmamdan kaynaklı- yönetmenin bu gezegen isminin yanı sıra Justine ve Claire'nin ruh hâlini de Melancholia ile betimlediğini düşünüyorum. Bunu bana düşündüren önemli bir ayrıntı var ama film adına önemli bir spoiler olduğu için söylemek istemiyorum. İzleyen biriyle ayrıntılı konuşmak isterim daha sonra.

Filmin konusuna gelince, iki parçaya bölünmüş bir hikâye anlatılıyor. Bunun ilk kısmı Justine, ikinci kısmı ise Claire olarak adlandırılmış yönetmen tarafından. İlk kısımda Justine üzerine yoğunlaşılıyor. Justine evleniyordur ve kız kardeşinin şatoları aratmayacak evinde oldukça şaşaalı bir düğüne sahiptir. Bu düğün gecesinde işler, gerek Justine'in ruh hâli, gerek aile yapısı gereği pek istenildiği gibi gitmez. İkinci kısım ise Claire üzerinden devam ediyor. Melancholia isimli bir gezegen dünyaya oldukça yakın bir noktadan geçiş yapacaktır. Kocası bu gezegenin dünyaya çarpmayacağını söyler ve olayın heyecanıyla yoğrulup durur. Buna karşılık John'un Claire'i bu duruma ikna etmesi çok kolay olmayacaktır. 

Filmin enteresan bir yapısı var. Mesela gezegen çarpacak falan tadında bir şeylerden bahsettim size ama filme bir bilim-kurgu denemez. Yani en azından ben sınıflandırmaya kalksam bilim-kurgu demeden önce birkaç farklı sınıf rahatlıkla bulabilirim film için. Filmin karakterlerinin iç bunalımı sizi ister istemez içine çekiyor. Yakın çekim teknikleri ve sahne aralarında yer alan atlamanın başarısı bunu sağlıyor diye düşünüyorum. Çok göze batan bir oyunculuk göremedim açıkçası. Herkes belli bir standartı yakalamış. Söylemeden geçmek istediğim başka bir şey ise, gelinliğin kadınlara hiç yakışmadığını, son derece gereksiz bir giysi olduğunu ve kadınların neden bunun hayaliyle yaşayıp, bu çirkin giysiye neden bu kadar para verdiklerini düşünür dururum yıllardır. İlk defa gelinlikle bu kadar güzel görünen, bir başka deyişle gelinliğin bu derece yakıştığı bir kadın gördüm. Filmde de olsa, Kirsten Dunst gelinlikle harika görünüyordu. Bilmiyorum artık bunun sebebi gelinliğin modelimi, Dunst'ın güzelliğimi... Mükemmel görünüyordu hepsi bu. 

Sonuç olarak Melancholia'yı beğendiğimi ve farklı bulduğumu söyleyebilirim. Konuyu işleme şekliyle, karakterleri anlatma tarzıyla, istediğini yansıtabilme başarısıyla iyi bir film olmuş diye düşünüyorum. Eğer hâlâ izlemediyseniz bir ara bunu yapmak size keyif verecektir. İyi seyirler herkese. Gelinlik giyen Kirsten Dunst'a dikkat diyorum.

1 Şubat 2012 Çarşamba

The Girl With The Dragon Tattoo

















Aslında vizyona girdiği ilk hafta izlemeyi planlamıştım The Girl With The Dragon Tattoo filmini ama kısmet olmadı bir türlü. Bu akşam var olan boşluğumdan yararlanıp izledim filmi. Kitabından sonra filmini ne kadar merakla beklediğimden daha önce bahsetmiştim. İsveç yapımı filmleri de mevcut kitapların. Ama hiç birini beğenmediğimi ve Fincher imzalı bu Hollywood yapımını oldukça merak içinde, aylardır beklediğimi söyleyebilirim. Çok beğendiğim bir kitap, mükemmel bir kurgu, pahalı bir yapım ve David Fincher. Bütün bunlar bir araya gelir ve ben bu filmi izlemezsem, işte biz o gün tükeneceğiz. Kurgudan ve senaryodan çok fazla bahsetmek istemiyorum. Yüzeysel bilgileri bu linkte mevcut.

Filmin yönetmenliğini bildiğiniz üzere David Fincher yapıyor. Kitaptan uyarlama filmler konusunda Fight Club gibi tüm zamanların en faktör filmlerinden birinin arkasında Fincher 'ın ismi olduğu için beklenti yükseliyor ister istemez. Mikael Blomkvist rolü Daniel Craig, Lisbeth Salender rolü ise Rooney Mara ile hayat bulmuş. Yan rollerde Robin Wright, Joely Richardson, Christopher Plummer gibi isimleri görmek mümkün.


DAVID FINCHER


- ağır spoiler -

Ufak tefek notlara ve ayrıntılara takılmadan direk anlatmak istiyorum çünkü filmi izlerken ben benden oldum diyebilirim. David Fincher dedik, uluslararası best-seller dedik, iyi kitaptı, iyi kurguydu dedik büyük beklentilerle gittik filme. Kitabı okuyalı uzun zaman oldu ve ayrıntılara dair çok fazla şey net olarak aklımda değil. Bundan ötürü, film bittikten sonra uzun süre düşündüm bu filmin sonunda olay böyle mi bitiyordu yoksa farklı mı diye. Cinayetin çözülme kısmında benim devreler tam anlamıyla yandı. Ya ben başka bir kitap okudum, ya kafam güzelken okudum ya da Fincher kafası güzelken çekti filmi. Hem kitabı okuyup, hem filmi izleyenlere bırakıyorum yorumu ve eğer dediğim gibiyse, yani Harriet olayının sonuca bağlanmasında kitapla film arasında böyle bir alakasızlık varsa bana bunun mantıklı bir açıklamasını yapsınlar lütfen. Arkadaş, Harriet Avustralya(ülke yanlış olabilir) gibi bir yerde yaşayan, çoluk çocuk sahibi zengin bir kadın değil miydi? Kaçmasına Anita yardım ediyordu ve Harriet olayın sonunda Henrik Vanger 'in yanına dönmüyor muydu? Hakikaten yandı devrelerim biraz daha uzatırsam ağır saçmalayacağım.




İkinci bir konu ise Lisbeth Salender, yani şu meşhur Ejderha Dövmeli Kız 'ın dış görüntüsü. Kitapta bulunan tasvirle(İsveç yapımı filmde görüntüsü oldukça başarılıydı) filmde yer alan görüntünün ne kadar tutarlı olduğu tartışmaya oldukça açık. Kitapta tasvir edilen şekliyle Lisbeth, yaşından küçük gösteren, dışarıdan bakıldığında bir çocuk zannedilen bir kız durumundaydı. Filmde yer alan Lisbeth ise boyu kısa olmasına rağmen hormonal gelişimini gayet başarılı tamamlamış, vücut kıvrımları son derece başarılı, "bodur tavuk her daim piliçtir" sözünü perçinleyen bir görüntüye sahip. Bol kıyafetlerin içinde bu çok belli olmasa da vücudunun çıplak göründüğü sahnelerde durum kolayca farkediliyordu. Kısacası, olmamışşşşşşşşşşşşşşşşşşşşş.

- bu kadar spoiler yeter dayanamayacağım çok doluyum -




Film belli bir noktaya kadar çok iyi gidiyordu ki bahsettiğim konular filmi benim için oldukça aşağıya çekti. Kitabı okumayan biri için iyi bir film olmuş. Sonuçta kameranın arkasında Fincher var. Ama kitabı okuyup benim gibi çok beğenmiş bir izleyici için sonucun iyi olduğunu hiç sanmıyorum. Kitaptan uyarlanan filmler adına benim için en önemli ayrıntı kurguya sadakattir. The Girl With The Dragon Tattoo için bunun başarılamadığını söyleyebilirim. Bundan ötürü David Fincher 'ı suçlamalı mıyım bilmiyorum ama benden bir şeylerin kopup gittiği bir gerçek. Filmin devamı büyük ihtimalle gelecek ve onları da izleyeceğim elbet. Ama bu mükemmel kurgu için, umarım bu son hayal kırıklığım olur. Her şey bir yana, The Girl With The Dragon Tattoo 'yu IMDB 'de an itibarı ile TOP250 listesinde bulunduran sebep nedir anlamış değilim. Oy verenlerle farklı filmleri seyretmiş ya da farklı kitapları okumuş olabilir miyiz?




David Fincher 'ın projeyi eline aldığını duyunca meraklanmış, fragmanı gördüğüm zaman heyecanlanmış ve film vizyona girdikten birkaç hafta sonra IMDB sıralamasını görünce izlemek adına adeta azmıştım. Hayallerim yerle bir şu an. Olmadı ne yapalım, bir daha ki sefere artık. Adettendir, iyi seyirler dileyelim.