30 Haziran 2012 Cumartesi

Hable Con Ella


















Pedro Almodovar'a güzel bir filmle merhaba demek nasip oldu sonunda. Birkaç gün önce ilk kez bir David Lynch filmi izlemiştim. Mulholland Dr., Lynch'e başlangıç için çok doğru bir tercih olmasa da Hable Con Ella, yani İngilizce ismiyle Talk to Her -ki genellikle Talk to Her ile anılır- Pedro Almodovar'a başlangıç için kusursuz bir tercih oldu diyebilirim. Türkçeye "Konuş Onunla" diye çevrilen filmi oldukça beğendim. İspanyol Sineması'nın geldiği noktayı tartışmaya çok fazla gerek yok. Yönetmenleri, filmleri ve oyuncularıyla sinemada isimlerinden oldukça bahsettirir haldeler. Pedro Almodovar da kendine hatırı sayılır bir yer edinmiş durumda. Bu kadar geç kalmış olmak benim eksikliğim. Lafı çok uzatmadan filme geçelim.

Yönetmen Pedro Almodovar bahsettiğim gibi. Almodovar, 1949 yılında İspanya'da doğmuş. Kariyerine kısa filmler çekerek başlayan Almodovar'ın adından en çok söz ettirdiği yapımları ise Hable Con Ella(Talk to Her), Penelope Cruz'un başrolünde yer aldığı 2006 yapımı Volver, 1999 yapımı Todo Sobre Mi Madre(All About My Mother) gibi filmlerden oluşuyor. Talk to Her'ün senaryosunu kaleme alan kişi yine Pedro Almodovar'ın kendisi. Hatta o sene düzenlenen Akademi Ödülleri Töreni'nde En İyi Özgün Senaryo dalında heykelciğin sahibi olmuş. Almodovar'ın daha önce çektiği All About My Mother filmide En İyi Yabancı Film Oscar'ını kazanmış. Talk to Her'ün oyuncu kadrosu ise Rosario Flores, Javier Camara, Dario Grandinetti ve Leonor Watling isimlerinden oluşuyor.

Senaryoya gelirsek, iki farklı çiftin birleşen hayatından bahsediyor diyebiliriz. Alicia(Leonor Watling), uzun zamandır bitkisel hayatta olan bir hastadır. Hasta bakıcılığını ise onu sağlığında da takip edip ona aşık olan Benigno(Javier Camara) yapmaktadır. Marco(Dario Grandinetti) ise bir gazetecidir ve kadın matador Lydia(Rosario Flores) ile bir röportaj yapmak istemektedir. Bu ikili zamanla tanışır, yakınlaşır ve Lydia'nın bir güreş esnasında geçirdiği kaza ile komaya girmesine kadar her şey güzel ilerler. Sevdikleri kadınlar aynı hastanede komada olan Marco ve Benigno zamanla iyi bir dostluk kuracaklardır.

Filmi oldukça beğendiğimi söylemiştim. Aslında bakıldığında çok enteresan bir senaryo gibi durmuyor ama Oscar'ı kimseye bırakmamış. Bunun sebebi işlenişi diye düşünüyorum. Senaryo oldukça iyi işlenmiş ve detaylar senaryoyu birkaç gömlek yukarı çıkarmış. Oyunculuklar çok ön planda diyemem. Kendi fikrimce Benigno karakterini canlandıran Javier Camara biraz daha kendini belli etmiş sanki ama çok değil. Sadece bir seçim yapmak zorunda kalsam onu seçerdim hepsi o. Görsellik çok ön planda değil filmde. Kendi fikrimce filmi özel yapan sebep detaylar, başka bir şey değil.

Başka bir konu ise Almodovar'ın cinselliğe bakış açısı. Genelde bu işlerden anlayan adamlar Pedro Almodovar'ın cinselliğe bakış açısından bahseder ben de dinlerdim. Eğer Talk to Her bu bakış açısıyla ilgili genel bir bilgi veriyorsa kesinlikle bir şeylerden bahsetmek gerek. Cinselliğin işlenişine sert, yumuşak gibi tanımlamalar yapamam. Söyleyebilecek tek kelimem var: "Farklı". Daha önce gördüklerime pek benzemiyor. Almodovar'ın bu konuda fark yarattığı kesin ki aslında size bahsettiğim şu senaryo detaylarından bir tanesi bu cinselliğe bakış açısıyla ilgili.

Filmle ilgili anlatabileceklerim bu kadar. İlk Almodovar deneyimimin David Lynch'in Mulholland Dr.'ıyla aynı kaderi paylaşmaması en sevindiğim nokta diyebilirim. Şimdiden iyi seyirler hepinize.

27 Haziran 2012 Çarşamba

Mulholland Dr.


















Film orucumu birkaç gün önce nihayet bozdum. Son günlerde uzun zaman aralıkları bırakıyorum izlediğim ardışık iki film arasında. Eskisi kader hevesli değilim. Orhan Veli'nin dediği gibi "Beni bu güzel havalar mahvetti" belki. Neyse trajedi yaratmadan konumuza gelelim. Bugün size yazacağım film Mulholland Drive. Türkçeye "Mulholland Çıkmazı" diye çevrilen film aynı zamanda izlediğim ilk Lynch filmi oldu. Bunu yıllardır planlayıp neden bu zamanı seçtim bilmiyorum. David Lynch'i izlemek nedendir bilmiyorum hep bir tedirginlik yaratmıştı üstümde. Nitekim haklı sebeplerim olduğu kanaatine varmam için filmin bitişini beklemem yetti. Sonuç olarak bir şeyler izin vermedi ve ilk Lynch filmi için 23 yıl ve 12 gün bekledim. Sonuç ise karanlık. Sanırım filmi anlamadım.

Künyeden biraz bahsedersek film 2001 yılında yapılmış. Yazının ilk kısmında bahsettiğim gibi yönetmen David Lynch. Senaryo yine Lynch tarafından kaleme alınmış. Nedense son zamanlarda izlediğim bütün filmlerin senaryosu yönetmeni tarafından yazılıyor gibi. Neyse önemli bir ayrıntı değil. Mulholland Dr.'ın başrollerinde Naomi Watts, Laura Harring, Justin Theroux isimlerini görmek mümkün. Bir Naomi Watts filmi izlemeyeli bir hayli olmuştu ve nedendir bilmiyorum görüntüsü biraz farklı geldi bana. Kesin "Beni bu güzel havalar mahvetti."

Senaryoya gelirsek -ki yazının bu kısmını anlatmak benim için biraz zor olacak- filmde her şey çok normal olmayan bir trafik kazasıyla başlıyor. Rita(Laura Harring) bir arabanın içinde ilerlemektedir. Şoför, anlamadığı bir şekilde Rita'ya silah çeker ve park hâlinde duran arabada ölmek üzereyken birden süratle yaklaşan bir arabayla kaza yaparlar. Rita bu kazadan sağ çıkmayı başarır ve bilinçsizce olay yerinden uzaklaşırken bir yerde uyuyakalır. Önünde uyuduğu evin sahibi ertesi gün evden gidecek ve kadının yeğeni gelip bir süreliğine eve yerleşecektir. Bunlardan habersiz Rita uyandığında kadının evden çıktığını görünce gizlice eve girer. Betty(Naomi Watts) -yani kadının yeğeni- eve geldiğinde Rita ile karşılaşır ve onu teyzesinin bir tanıdığı zanneder. Ama aslında durum öyle değildir ve Rita, kendi ismi dahil hiçbir şey hatırlamamaktadır. Ondan sonra olaylar gelişir demek istiyorum ama o olaylar pek tahmin edeceğiniz türden gelişmiyor. Oturup birkaç defa izlemek lazım burada senaryodan bahsetmek için. Ama buna rağmen senaryoyu özetlemek adına fena iş çıkarmadığımı söyleyebilirim. Kendimle gurur duydum.

Gauss'a dair meşhur bir hikâye vardır. Aranızda duyanlar olmuştur diye tahmin ediyorum. Gauss, kendi döneminde 7 tane matematik sorusuyla uğraşıp çözmüştür ve çok uzun süren çözümleri yırtarak bu soruların altına sadece bu sorular doğrudur ve çözümü vardır diye not düşmüştür. Bunları çözmek isteyen bir matematikçi(yanlış hatırlamıyorsam bu matematikçi Rus idi) uzunca bir süre Gauss'a ait dönemin matematiğini öğrenmek için uğraşmış, ondan sonra uzunca bir süre de bu soruları çözmek için uğraşıp sadece 2 tanesini çözebilmiştir. Hikâyenin bildiğim kısmı bu ama doğruluğundan ve kesinliğinden emin olmadığım bir hikaye olduğunu belirtmekte fayda görüyorum. David Lynch'in izlediğim ilk filmi Mulholland Dr. ve ben bu filmden sonra David Lynch'e ait filmlerin analizini yapmak için önce Lynch sinemasını ayrıntılı öğrenmek gerektiğini düşünüyorum. İzlediğin bir filmi anlamamak farklı bir konu ama dediğim gibi Mulholland Dr.'ın bende yarattığı şey anlamamak değil kaybolmak gibiydi sanki.

Bahsedebileceğim diğer konular ise filmi diken üstünde izlediğiniz bir gerçek. Ha bir şey oldu ha birisi çıkacak beklentisiyle devam ediyor Mulholland Drive. Yani ister istemez bir gerilim eşliğinde sizi içine çekiyor. Dikkatinizin dağılmasına bile izin vermiyor diyebilirim. Nesne ve zamanlara bağlı geçiş(nesne ve zamana bağlı geçiş derken doğru tanımladığıma pek emin değilim ama izleyenler ne demek istediğimi anlayacaktır) yönetmen tarafından iyi sağlanmış. O sene düzenlenen Akademi Ödülleri Töreni'ne David Lynch'in En İyi Yönetmen Ödülü adaylığıyla gittiğini hatırlatalım. Fakat ödülü A Beautiful Mind'ın yönetmeni Ron Howard kazanmıştı.

Lynch'in en dikkat çeken filmi olarak göze çarpan Muholland Dr.'ı izlemek gerekiyor elbette. Ama bir defa sanırım kimseye yeterli olmayacaktır. Hatta David Lynch ile ilgili bir ön çalışma eminim oldukça işe yarayacaktır. Belki Lynch'e merhaba demek için Mulholland Dr. yanlış filmdi, bilemiyorum. Hepinize iyi seyirler. Benim düştüğüm hataya düşüp filmde kaybolmamanız dileğiyle. Ayrıca son olarak, yazıyı yazmadan ve filmi izlemeden önce Mulholland Dr.'a dair hiçbir şey okumadığımı belirteyim.

23 Haziran 2012 Cumartesi

Korkuyu Beklerken


















Kitap yorumlamayalı bir hayli zaman olmuş. Gerçi bu süre aralığında çok fazla okuduğumda söylenemez. Malum final haftası falan girdi araya. Füruzan 'ın Benim Sinemalarım adlı öykü kitabını okudum bu boşlukta ama işin aslı çok beğendiğimi söyleyemem. Zaten oldum olası öykülerle yıldızım barışmamıştır bir türlü. Okuduklarım içinde kendini bana derin derin hissettiren yegane öykü kitabı Emrah Serbes 'in Erken Kaybedenler 'idir. Ama Oğuz Atay üstadın yazdığı herhangi bir şeyin, hoşuma gitme ya da gitmeme gibi iki seçeneği bana sunmadığını bildiğim için okumak için çok düşünmedim. Kısacası Korkuyu Beklerken bir başka öykü kitabı. İsmini kitapta bulunan öykülerin birinden alıyor. Bahsettiğim gibi "Büyük Patron" imzalı bir kitap. Kendisine ucundan birazcık hayran olduğum için tüm kitaplarını okuyacağım. Korkuyu Beklerken, Tutunamayanlar ve Günlük 'ten sonra üçüncü Oğuz Atay kitabım oldu.

Bu biraz kısa bir yazı olacak. Hatta bir Oğuz Atay resmi bile koymayacağım. Kitapta anlatılan yine "tutunamayan" insanların hikayeleri. Bunların içinde Korkuyu Beklerken biraz daha kendini belli ediyor. Öykü kitaplarından çok hoşlanmıyor olmam açıkçası bu kitapta da biraz kendini hissettirdi ve ben diğer öyküleri kısmen kendimi vererek okuyabildim. Korkuyu Beklerken 'i daha kendimi vererek okuduğum için biraz daha etkileyici olduğunu söylemem mümkün. Ama öykülerle ilgili bir eleştiriden ya da bir eksiklikten bahsedemem. Sonuçta bir Oğuz Atay kitabı anlatıyorum size ve objektif davranmam pek olası değil ister istemez duygusallık giriyor devreye.

Asıl bahsetmek istediğim şeye gelince, arkadaşım Gözde sanırım bir konuda haklı. Kitapların hatta yazarların mevsimi var ve bazılarını okumak için kış aylarını beklemek sanırım doğru olan şey. Yaz ayları için Oğuz Atay gibi isimler biraz fazla sanırım. Bu düşünceyi bana Gözde mi empoze etti yoksa durum cidden bu iken farkına varmamı mı sağladı emin değilim. Ama bu havalar için sanırım polisiye bir şeyler daha uygun olabilir. Okumayı planladığım bir sonraki kitap Barış Bıçakçı - Bizim Büyük Çaresizliğimiz 'di ama sanırım kışı beklemek yanlış bir seçim olmayacak. Elbette bu fikirler bana ait. Yoksa Oğuz Atay 'ı okumak ertelenemez, ertelenmemeli. Eğer ben burada kitabın güzelliğinden size uzun uzun bahsetmediysem bu tamamen benim ruh halimle alakalı. Emin olun kitap çok başarılı, özellikle Korkuyu Beklerken. En kısa zamanda ya da en yakın kış mevsiminde okumanız dileğiyle.

19 Haziran 2012 Salı

Once Upon a Time













Uzun bir aradan sonra buradayım ve sizin için yazacak güzel bir şeylerim olduğunu söyleyebilirim. Behzat Ç. ve Game of Thrones 'un ardından üçüncü kez bir dizi yazıyorum sizlere. Dizilerle aramın pek iyi olmadığını daha önce söylemiştim ve aslında geldiğim noktaya bakınca bir yıllık süreçte üç farklı dizi yazısı hiç de fena değil gibi görünüyor. Dizinin adı Once Upon a Time. Film isimlerinden olsa gerek oldukça aşina olduğumuz İngilizce bir kalıp desek yanlış olmaz. Türkçe karşılığına "Bir Zamanlar" demek mümkün ve aslında dizinin içeriğini kusursuz tanımladığını söyleyebilirim. Bu dizinin önerisi için Gamze ve Burkay 'a teşekkürlerimi iletiyorum. Kesinlikle çok beğendim ve yeni sezonunu merakla bekliyorum. Bu arada diziyi keşfedip öneren kişi Gözde 'ymiş. Her ne kadar diziye devam etmese bile ben adını yazıyorum ki önümüzdeki birkaç sene kendisini dinlemek zorunda kalmayayım. İşin şakası bir yana hepsine teşekkürler. Neyse bu kişisel konuları daha fazla uzatmadan diziyi anlatayım biraz.

Henüz yeni bir dizi ve ilk sezonu henüz birkaç ay önce son bulmuş. 22 bölümden oluşan ilk sezonunun ardından çok geç kalmadan başlamak iyi bir seçim olabilir. Malum dizilerin belli bir birikmeden sonra ne kadar zaman aldığını söylemeye gerek yok. Dizinin başrol listesi Jennifer Morrison, Ginnifer Goodwin, Lana Parrilla(işin aslı bu isimlerin hiçbirinin adını daha önce duymadım bile ama böyle sanki bütün projelerini yakından takip ediyormuş gibi yazınca daha havalı oluyor) gibi isimlerden oluşuyor. Aslında bu listeye Henry karakterini canlandıran Jared Gilmore 'u da eklemek mümkün.

Konuya gelirsek  Emma Swan(Jennifer Morrison) hayatı diğer insanların hayatlarına çok benzeyen türde bir kadın değildir. Kendini kısmen soyutlamış, yalnız yaşayan, hayatını başka insanları bularak kazanan(ya da ona benzer bir şekilde) bir kadındır. Bir gece geç saatte evine gelir. O saatte kapısı çalınır ve kapıyı açtığında karşısına Henry(Jared Gilmore) çıkar. Henry, Emma 'ya kendisinin biyolojik annesi olduğunu söyler. Bu durumu çok fazla ciddiye almayan Emma, Henry 'yi evine götürür. Storybrooke isimli bir kasabada yaşayan Henry 'yi zamanında evlat edinen kişi ise kasabanın belediye başkanı Regina(Lana Parrilla) 'dır.

Emma bir gece aniden karşısına çıkan Henry 'yi artık bir şekilde merak etmeye başlar. Sonuçta Henry 'nin kurulu bir hayatı vardır ve annesi kasabanın en güçlü kişisidir. Nitekim evlat edindiği oğlunun biyolojik annesinin sürekli etrafta olması Regina 'nın pek hoşuna gitmez. Ama durum bundan ibaret değildir. Henry 'ye öğretmeni Mary Margaret(Ginnifer Goodwin) tarafından hediye edilmiş bir masal kitabı vardır ve Henry 'ye göre orada olup biten her şey gerçektir. Henry ısrarla Regina 'nın kötü kalpli kraliçe olduğunu, ortada bir lanet olduğunu ve bunu bozabilecek tek kişinin kendisi olduğunu Emma 'ya anlatmaya çalışır. Emma başta Henry 'yi kırmamak için buna inanıyormuş gibi yapsa da aslında hepsinin bir saçmalıktan ibaret olduğunu düşünür. Ama bu kasabada hiçbir şey normal insanların yaşadığı hayata pek benzememektedir.

Dizinin bir bölümü gerçek yaşamda geçerken bir bölümü bir masal dünyasında geçiyor. Bundan ötürü filmin görselliğinin, kostümlerin, makyajların çok başarılı olması gerektiği konusunda hemfikiriz sanırım. Yapımcıların bunu kesinlikle başardığını söylemek mümkün. Dikkatimi çeken bir diğer konu ise dizide yer alan kadınların güzelliği. Konunun masalsı bir kısmı olduğu için özellikle mi seçmişler bilemiyorum ama kesinlikle oldukça güzel görünüyorlar. Mantık olarak dizinin belli bir süre sonra sıkabileceğini düşünmeniz mümkün ama sezon finaline doğru daha keyifli bir hal aldığına emin olabilirsiniz. Senaristlerde gerçek yaşamla, masal dünyası arasındaki ilişkiyi çok iyi kurmuşlar diyebilirim. Kısacası dizi -en azından ilk sezonu itibarı ile- mükemmel olmuş diyebilirim. Eğer bu aralar izleyecek bir şeyler arıyorsanız hepinize şiddetle tavsiye edebilirim. Belki buralarda da böyledir. Gerçeği bilen tek bir kişi, laneti bozacak tek bir kişi falan... Tamam tamam o kadar etkisinde kalmadım abartmanın anlamı yok. İyi seyirler hepinize. Bir ara deneyin pişman olmayacaksınız.

1 Haziran 2012 Cuma

Masumiyet









Bloga bir şeyler karalamaya başlayalı hemen hemen bir sene oldu. Aslında biraz daha vakit var ama birkaç gün içinde bir aylığına staja gideceğim için bu yazıyı yazmaya bir daha ne zaman fırsatım olurdu emin değilim. Geleneğe uyup birçok blog yazarının yaptığı gibi bende yıl dönümümde farklı bir şeyler yapmak istedim ama yine yazıyla. Bende sürpriz hediyeler falan yok. Artık affınıza sığınıyorum. Birinci yıl yazım için de bugüne kadar izlediklerim içinde en beğendiğim yerli yapımı seçtim. Bunun birkaç sebebi var elbet. Son dönemde genellikle yerli yapımları izliyor olmam bu kararı vermemde yardımcı oldu. Bu yazıyı istisna kılan diğer bir sebep de ilk defa bir yazıyı sıcağı sıcağına bitirdiğim bir filmden ya da bir kitaptan sonra yazmıyorum. Masumiyet'i izleyeli oldukça uzun zaman oldu(İlk izleyişimden bahsediyorum elbette). Ama dediğim gibi istisna bir vakit, istisna bir dönem ve istisna bir film. Yazı önemli ölçüde spoiler içerebilir benden söylemesi. Yazının bütününde filmden geniş geniş bahsedeceğim için spoiler uyarısı yapmam pek mümkün görünmüyor. O yüzden temkinli okuyun ya da okumayın demek size bu konuda yapabileceğim yegâne iyilik. Masumiyet, aynı zamanda yazacağım ilk Zeki Demirkubuz filmi. Belirtmek isterim ki Masumiyet bugüne kadar yazdığım yazılar içerisinde en çok emek verdiklerimden bir tanesi olacak. Daha önce bu kadar ön çalışma yaptığım tek yazım Tutunamayanlar olmuştu. İyi bilgiler, güzel detaylar ve çok objektif olduğunu düşünemediğim(filme hayranlığımdan ötürü duygusal davranabilirim) fikirlerimle dolu uzun ve keyifli bir yazı sunuyorum size.

Yönetmenden başlamak en doğrusudur tabi. Sonuçta filmin yaratıcısı o. Zeki Demirkubuz, 1964 yılı Isparta doğumlu. Ortaokul eğitiminden sonra İstanbul'a yerleşen Demirkubuz, liseye başladıktan sonra eğitimini yarım bırakarak çalışmaya başlamış. 1980 Askeri Darbesi'nden sonra tutuklanarak üç yıl süreyle hapis yatan Demirkubuz'un Dostoyevski okumaya başladığı dönemde bu hapishane yıllarına denk geliyor. Daha sonra hayatında kalıcı etki yaratan Dostoyevski'nin kendisi için bu derece önemli olacağını muhtemelen oda bilmiyordur o yıllarda. Filmlerinde de pek çok Dostoyevski yansıması görmek mümkün. Son filmi olan Yeraltı da Dostoyevski'nin Yeraltından Notlar isimli kitabından uyarlama. Hapishaneden çıktıktan sonra askere gidiş tarihini ertelemek adına liseyi dışarıdan bitiren Zeki Demirkubuz, daha sonra İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesini kazanmış. Basın Yayın Yüksekokulunu bitiren Demirkubuz'un sinema serüveni ise 1986 yılında Zeki Ökten'in asistanlığını yapmasıyla başlar. Hatta Masumiyet'in devam filmi niteliğinde çektiği Kader filminin başında Zeki Ökten'e "Değerli ustam" diye selam ettiğini görürüz. Asistanlık yıllarının ardından 1994 yılında ilk uzun metrajlı filmi olan C Blok'u çeken yönetmenin bu filmini Masumiyet(1997), Üçüncü Sayfa(1999), İtiraf(2001), Yazgı(2001), Bekleme Odası(2003), Kader(2006), Kıskanmak(2009) ve Yeraltı(2012) isimli filmleri izler. Venedik Film Festivali'nde gösterilen Masumiyet ile uluslararası alanda da ün kazanan Demirkubuz, sinemamızın kan ağladığı 90'lı yıllarda çıraklığını yaşayıp şu an sinemamıza yön veren önemli birkaç yönetmenden bir tanesi durumunda. Kendi tarzını kamerasına yansıtmayı başarmış bir isim. Zeki Demirkubuz Sineması diye bir kavrama çoktan alıştık bile. 

Zeki Demirkubuz Sineması'ndan biraz bahsedelim. Zeki Demirkubuz'un yaptığı şeyleri bir başlık altında toplamak gerekirse "Hayatın içinden" doğru tanımlama olur sanırım. Hani olur ya biri sorar "Bu adamın olayı ne diye?" işte tam bu soruya "Hayatın içinden" doğru cevaptır. Sinemamızın 80'li yılların sonuyla başlayan diyalog konusunda sıkıntı çekme sürecine adeta ilaç gibidir. Çok iyi senaryolarda barınan çok iyi diyaloglar üretir Demirkubuz. Bundan daha önemlisi de bu diyaloglar şiir kitabı yalayıp yutmuş adamlar gibi aktarılmaz seyirciye. Bir pavyon şarkıcısı, bir taksici normal hayatta nasıl konuşuyorsa Demirkubuz filmlerinde de öyle konuşur. Haluk Bilginer'in, Masumiyet'te oynayan Bekir karakterinin "İçim cız etti, cız etti de ne tornavida yemiş gibi oldum" cümlesi buna küçük bir örnektir. Sessizlikle devam eden uzun sahnelere pek yer yoktur filmlerinde. İyi ki de yoktur. İnsanoğlunun karanlık tarafını sever Zeki Demirkubuz. Acıları, öfkeleri, anlatamamışlıkları, yarım kalmışlıkları vardır hep kadrajında. Toplum olarak çok sevmediğimiz, insanların zayıf taraflarını su yüzüne çıkarır, seyircisinin yüzüne vurur. Aslında insanoğlu aşktan acı çeker, yalnızdır, kimsesizdir, perişandır ve bunların hepsi gerçektir.

Masumiyet'e gelirsek, film 1997 yılında yapılmış. Yönetmeninden uzun uzun bahsettik zaten. Zeki Demirkubuz, aynı zamanda filmin yapımcısı ve senaristi. Diğer filmlerinde olduğu gibi yapımcılığını yine kendi yapmış Masumiyet filminde. Çekimleri İstanbul, Ankara ve İzmir'de çekilen Masumiyet, ağırlıklı olarak İzmir'de geçen bir hikâyeden oluşuyor. Oyuncu kadrosu ise oldukça dikkat çekici: Haluk Bilginer, Derya Alabora ve Güven Kıraç. Derya Alabora, Uğur karakterine can verirken, Uğur'un peşinden giden ve ona aşık olan Bekir karakteri Haluk Bilginer tarafından canlandırılıyor. Yusuf karakterini oynayan isim ise Güven Kıraç.

Senaryoya gelirsek, Yusuf(Güven Kıraç) on yıl hapishanede kalmıştır. Tahliye tarihi geldiği zaman dışarı çıkmak istemediğini talep eder ama bir şekilde özgürlüğüne kavuşur. İzmir'de yaşayan ablası ve eniştesinin yanına gider. Yusuf'un hapse girme sebebi olan ablası ve eniştesi ile birlikte bir akşam evlerinde iken Yusuf burada işi olmadığını anlamıştır. Hapishaneden bir arkadaşının babasının yanına gitmeye karar veren Yusuf, İstanbul'a gitmeden önce kısa bir süreliğini eski bir otele yerleşir. Bu otelde kaldığı henüz ilk gece küçük Çilem ile tanışan Yusuf, aynı gecenin sabahında Çilem'in annesi olan Uğur(Derya Alabora) ve Bekir(Haluk Bilginer) ile tanışır. Bu üçlünün kaderi artık kesişmiş ve farklı bir yola girmiştir.

Masumiyet ile ilgili aktarılacak çok fazla not var. Öncelikle hikayenin başlangıcından bahsedelim. Zeki Demirkubuz işportacılık yaptığı yıllarda, İstanbul'un kenar semtlerinden birinde bir kızı gözlemlemeye başlar. Hareketlerini, davranışlarını kendi köşesinden seyreder. Bunun üzerinde birkaç sayfadan oluşan bir monolog oluşturur. Mektup tadında bir monolog. Aslında bu monolog Masumiyet filminde yer alan meşhur kır sahnesinde Haluk Bilginer'in Güven Kıraç'a yedi dakikaya yakın anlattığı hikayenin ta kendisidir. Demirkubuz, bu monoloğu yazar ve daha sonra kendi gözlemlerinden, yaşadıklarından bir hikâye oluşturarak, bu monoloğu da  içinde bulunduran bir film haline getirir ve sadece o monologdan bir senaryo çıkarmayı başararak 2006 yılında Masumiyet'in devam filmi olan ve Uğur ile Bekir'in hikâyesinin başlangıcını anlatan Kader filmini çeker. O hikâyeden bahsettiği sahne ile tek kelime ile bir efsane haline gelen Haluk Bilginer ise sadece o sahneyle Masumiyet'e çok farklı bir boyut katar. Hatta sinemaya farklı bir boyut katar.

Aslında o sahneden başlı başına bahsetmek gerekiyor. Bu monoloğu tek bir karede kesintisiz anlatan Haluk Bilginer nasıl bir yeteneğin ürünü anlamak çok kolay değil. Hani birine o süre zarfında bana bir hikaye anlat desen ne kadar başarılı altından kalkar bilemiyorum. Kaldı ki bunu kamera karşısında bir senaryoya bağlı yapmak... Sahnede geri dönüş yok, kesinti yok... Ben yönetmenlikten pek anlamam ama okuduklarıma göre altından kalkması neredeyse imkânsız bir sahneymiş ve aslında Zeki Demirkubuz yedi dakikaya yakın bu konuşmayı Haluk Bilginer'e yaptırma cesaretini göstermiş. Haluk Bilginer de neler yapmış izleyip görmek gerekiyor. "Tirad" kelimesinin anlamını öğrenmemi sağlayan bu sahneyle ilgili size çok net bir cümle kuruyorum: Bugüne kadar gördüklerimin içinde en iyisi. Haluk Bilginer sen nasıl bir oyuncusun demekten alamıyorum kendimi. Bu sahnenin linkine internetten kolayca ulaşmanız mümkün. Benim gibi düzenli aralıklarla bir doz almanız şiddetle tavsiye edilir.

Haluk Bilginer'e değinmişken diğer oyunculardan da bahsedelim. Derya Alabora, bu filmle ilgili konuşma yapabileceğiniz pek çok kişiye göre filmin en iyi performansına sahip. Özellikle Yusuf(Güven Kıraç) ile otel odasında bir sahneleri var ki - izleyenler direk hatırlayacaktır - ağzınızın açık kalacağı türden. Benim favorim Haluk Bilginer orası ayrı konu ama cidden bir seçim yapmak çok zor. Eğer ben Bekir(Haluk Bilginer) karakterine bu kadar hayransam bunun en önemli sebebi bahsettiğim tiradıdır. Zeki Demirkubuz'un senaryoyu kendisine gönderdikten sonra senaryoya ve Bekir karakterine adeta aşık olduğunu söylüyor Bilginer. Önceleri yönetmenin ilk filmi olan C Blok'u izleyip çok beğenen Haluk Bilginer, Masumiyet için gelen teklifi ise çok düşünmemiş. Güven Kıraç ile ilgili ise şunu söyleyebilirim ki, tam anlamıyla on yıl hapishanede kalıp çıkınca ne yapacağını bilemeyen bir adam gibiydi. Hepsi kusursuzdu, hepsi mükemmeldi, hepsi harikaydı...

Masumiyet çok düşük bütçeyle çekilmiş bir film. Zeki Demirkubuz'u farklı kılan en önemli sebeplerden bir tanesi de bütün filmleri için kendi finansmanını kendi oluşturması. Muhtemelen en ince ayrıntısına kadar filmin istediği gibi olmasını istiyor diye düşünüyorum. Hatta inanması güç ama bütün çekimler on dokuz günde tamamlanmış. Bir gün Ankara, birkaç gün kadar İstanbul ve geri kalan sürede de İzmir'de çekilmiş bir film. Filmin önemli bir kısmı İzmir-Basmane'de izbe bir otelde çekilmiştir. On dokuz günde bu film nasıl ortaya çıkar anlamak çok güç. Bunların hepsi Zeki Demirkubuz, Haluk Bilginer, Derya Alabora, Güven Kıraç gibi isimlere hayran olmak için çok önemli sebepler.

O sene düzenlenen Altın Portakal Film Festivalinde, En İyi İkinci Film, En İyi Kadın Oyuncu(Derya Alabora), En İyi Erkek Oyuncu(Haluk Bilginer) ve En İyi Kurgu ödüllerinin sahibi olur Masumiyet. Altın Koza Film Festivalinde de En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Erkek Oyuncu(Güven Kıraç) ve En İyi Kadın Oyuncu(Derya Alabora) ödüllerini kazanır. Hem film, hem kadro olarak ulusal ve uluslararası düzeyde pek çok ödülün sahibi olur film. Oyuncular ve kameranın arkasında bulunan kadro adeta ödüle doymuştur filmden sonra. Çok şaşırmamak gerek. Ekol haline gelmiş oyuncular, mükemmel bir senaryo, başarılı bir yönetmen...

Zeki Demirkubuz, Masumiyet'i şöyle tanımlıyor: Suça aşık bir adam, adama aşık bir kadın ve kadına aşık başka bir adam. Burada söylediği cümle, o ilk başta yazdığı monoloğu mükemmel tanımlıyor aslında. Toplumda kolay kolay kabul görmeyecek, dışlanmaya müsait karakterler hepsi. Bekir, Uğur, Yusuf, Zagor... Ama Haluk Bilginer'in dediği gibi hepsi masum. Onları bir arada tutan yegâne sebep belki sadece bu masumiyetleri. Onlar hep denediler, hep yenildiler. Belki gene deneyecekler ve gene yenilecekler. Karanlık izbe otel odaları, insan doğasının kaybeden yönleri, kapanmayan kapılar, yitip giden umutlar... Bunların hepsi Masumiyet'te bizleri bekliyor. Belki Zeki Demirkubuz bir daha bu kadar güzel bir film çekemeyecek, belki bir daha hiç bir oyuncu kadrosu bir filminde bu kadar döktüremeyecek, belki bir daha hiç kimse hep deneyip hep yenilmeyecek ve belki de bir daha hiç kimse çorbayı Haluk Bilginer 'in içtiği gibi içemeyecek. Belki de hiç...