25 Mayıs 2013 Cumartesi

Stand Up Guys


















Eskisi kadar sık film izlemiyorum artık. Bu durum Genç Adam'a da aynı şekilde yansıyor tabi. Eski yoğunluğunda olmasa bile film izlemeye de devam ediyorum elbet ama bu aralar iyi filmlere denk geldiğimi söylemek çok kolay değil. Stand Up Guys'ı seyrettim bugün ve bloga bugüne kadar hiç Al Pacino filmi göndermediğimi fark ettim. Bir arkadaşımın Serpico yazısını yayınlamıştım ama dediğim gibi benim ilk Pacino yazım olacak Stand Up Guys. Al Pacino favori aktörümdür ve yazının içeriğinde kendisinden de birazcık bahsedeceğim.

Film 2012 yapımı ve yönetmenliğini Fisher Stevens yapıyor. İzlediğim ilk Stevens filmi oldu Stand Up Guys. Lakin filmi enteresan ve dikkat çekici yapan sebep oyuncu kadrosu. Al Pacino, Christopher Walken ve Alan Arkin dersem ne demek istediğimi yeterince anlatabilirim sanırım. Aslında benim için sadece Al Pacino ismi bile yeter de artar bile ama Christopher Walken'ın yanı sıra Alan Arkin'in de karoda olması önemli elbet. 

Konuya gelince Val(Al Pacino), hapisten yeni çıkmış bir hükümlüdür. Onu hapishane çıkışında eski dostu Doc(Christopher Walken) karşılar. Bu yaşlı kurtlar eskiden kabadayıcılık oynayan abilerdir ve yılların heyecanlarından pek bir şey kaybettirdiği söylenemez. Geçmişlerinde üç kişi takılmaktadırlar ve Val'ın hapishaneden henüz çıktığı gece Hirsch(Alan Arkin)'i de yanlarına alarak geceye devam ederler. Abiler ilerleyen yaşlarına rağmen heyecanlarını kaybetmemiş olup birbirlerini de bulunca film tadından yenmez bir hâl alır.

Biraz Al Pacino'dan bahsetmek istiyorum fırsatını bulmuşken. Al Pacino benim favori aktörümdür. 1940 doğumlu asıl adı Alfredo James Pacino olan efsane aktör gerek karizması, gerek oyunculuğu, gerek filmleriyle benim için en özel yerdedir. Kariyeri açısından 70'li ve 90'lı yıllar oldukça kendini belli etmektedir dersek yanlış bir şey söylemiş olmayız sanırım. The Godfather, The Godfather: Part 2, Serpico, Dog Day Afternoon gibi filmleri kariyerinin ilk yılları olan 70'li yıllara tekabül eder. 90'lı yıllara gelinceye kadar çok fazla filmde boy göstermez. Bunların içinde 1983 yapımı Scarface kendine hem Pacino hem gangster filmleri hem de sinema tarihi açısından ayrıksı bir yer açmıştır. 90'lı yıllarda ise yeniden kendini bulur ve Scent of a Woman, Carlito's Way, The Devil's Advocate, Heat, Donnie Brasco gibi önemli filmlerde boy gösterir. Scent of a Woman ile kariyerinde ilk ve son kez Oscar'a uzanır. Belki de çok daha fazla kez hak etmiştir ama sadece Scent of a Woman ile heykelciğe uzanabilmiştir. Donnie Brasco'nun sonunda evden çıkarken dönüp eve bakış attığı o sahne benim unutulmazlarım arasındadır. 2000'li yıllarda ise kariyerinin bir düşüş yaşadığı üzücü bir gerçektir.  

Al Pacino'nun son dönemde yer aldığı filmleri düşününce Stand Up Guys onun için oldukça iyi olmuş diyebilirim. Pacino'nun ebedi partneri Robert De Niro'dur bilindiği üzere ama Christopher Walken ile çok iyi görünüyorlardı. Baştan sona kadar oldukça eğlenceli bir film olmuş ve bir ara bu konuyla ilgilenebilirsiniz. En azından kadronun hatrına izlenmeyi hak ettiği bir gerçek. İyi seyirler.

19 Mayıs 2013 Pazar

Behzat Ç.













Geçtiğimiz Cuma gecesi çok kötü bir şey oldu, Behzat Ç. final yaparak ekranlara veda etti. Yaklaşık iki yıldır bu blog var ve ben yaklaşık 100 tane yazı yayınladım Genç Adam'da. Bunların arasında sadece birkaç tane dizi var ve içlerinde yazdığım ilk dizi yazısıdır Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi. Ben şu an ilk defa bir film, bir kitap, bir dizi için ikinci bir yayın oluşturuyorum ve bunu tekrar ne zaman yaparım bilmiyorum. Diğer yandan gururla söyleyebilirim ki şu an itibarı ile açık ara en çok tık alan yazım. Bunda uzun süre dizinin gündemdeki yerini korumuş olması ve Behzat Ç. ile ilgili Google'da yaptığınız aramalarda yazımın resimlerinin üst sıralarda karşınıza çıkması önemli faktörler. Şimdi bu biraz enteresan mevzu. Anlatacak, yazacak, üzerine konuşacak çok fazla şey var. Bunların belirli bir bölümünden bahsedeceğim size ve uzunca bir yazı olacak. Spoiler içerebilir bununla ilgili bir uyarı yapmayacağım yazının devamında haberiniz olsun. Açık konuşmak gerekirse bloga bir yazı gönderirken ilk defa heyecanlıyım. Başlayalım o zaman amirimi anlatmaya, üstelik ikinci defa.

Hikâyenin en başından alalım. Behzat Ç.'nin ilk fragmanı yayınlandığı zaman -hani şu Behzat ile Harun'un yolda kalıp Ankara Havası oynadığı- "Ankara'nın polisiyesinden ne çıkacak lan" tarzı konuşmalar çok olmuştu. Ben bu tarz sohbetlerde pek bulunmamıştım ama benim dizilerle pek aram olmadığı için ve Türkiye hem edebiyat hem sinema alanında polisiye konusunda oldukça zayıf olduğu için ortaya çıkacak iş konusunda çok umutlu değildim. Nitekim izlemedim de diziyi başlarda. Mesela bir kitaptan uyarlama olduğunu öğrendiğim zaman inanılmaz şaşırmıştım, yani o kadar yabancıydım konuya. Arada bir belli yerlerde sohbeti geçiyordu ama benim dikkatimi çekecek kadar değil. Ta ki sezon finali yaptığı gece Twitter'ın başına oturana kadar. Okuduğum twitlerden birkaçı şöyleydi: "Lost'un birinci sezon finali dahil gördüğüm en iyi sezon finali... , Amirim sen bize ne yaptın... , Bu ne lan böyle ben son dakikaları izlerken bir büyük rakı içtim burada..." tarzı yorumlar işte. Bugüne kadar gördüğüm açık ara en çılgın Twitter gecesiydi. Merakımdan oturup 38 bölümü bir hafta bile geçmeden bitirmiştim ve o dillere destan sezon finalini görünce hakikaten ağzım açık kalmıştı. Mükemmeldi, ekranda gördüğüm belki de en mükemmel şeydi, kuşkusuz gördüğüm en kusursuz intikam senaryosunu seyretmiştim. Ne yerli ne yabancı yapımlarda ne dizilerde ne de filmlerde böyle bir şey seyretmemiştim. Dizinin ilk yazısını da ilk sezonu bitirdikten hemen sonra yazmıştım. 

Mesele, Ankara meselesi değil hafız. Yani diziyi bu kadar sevmemizin sebebi Ankara'yı anlatıyor olması değil ve insanlar bugüne kadar izlediğim en iyi dizinin Behzat Ç. olduğunu söylediğim zaman konuyu buraya bağlıyorlar ya ayar oluyorum işte o duruma. Diyorum ki onlara "Eğer cesaretiniz varsa oturup birinci sezonu izleyin sonra tekrar konuşalım." Senaryo mükemmel yazılmıştı. Sezon finalini gördüğüm zaman aslında en başından beri senaristin nasıl mükemmel bir iş çıkardığını hayranlıkla izlemiştim. Dizi ilk sezonunda çok fazla engebe atlatmıştı aslında. Sürekli günü değiştirilmiş, reyting alamadığı için yayından kaldırılma noktasına gelmişti. Behzat Ç. karakterin orijinalinde fanatik bir Gençlerbirliği taraftarı ve dizinin reyting sıkıntısı çektiği dönemde Gençlerbirliği taraftarlarının diziyi izleme hamlesi enteresan bir nottu. Ama seyircisi Pazar günleri sevmişti Behzat Ç.'yi ve Pazar günleri artık Behzat Ç. demekti seyircisi için. Benim bu konuyla ilgili şahsi fikrim -en azından Ankara için- kitlesinin Cuma ve Cumartesi gecelerini evde pek geçirmiyor oluşu ama çok önemli bir konu değil. Behzat Ç. dediğin Pazar günü olur o kadar işte.

Dizinin ilk sezonundan sonra beklentim çok yukarılarda değildi çünkü birinci sezonu mükemmel bitirmişti. O seviyede devam etmesini beklemek biraz haksızlık olurdu. Ama ne yalan söyleyeyim ikinci sezon vasatı geçememişti. "Kesik parmak" cinayetlerini dizinin senaryosuna iyi adapte edemediklerini düşünüyorum ve pek çok kişinin benimle aynı fikirde olduğuna eminim. Biraz kopukluk olmuştu hikâyede ve ikinci sezon cinayetleri de ilk sezon kadar ilgi çekici değildi. Şule'nin ilk sezon oynadığı karakter, Ercüment Çözer, Memduh Başgan gibi diziye sınıf atlatan karakterlerin yeri de pek dolmamıştı. Suna, Aziz Başkomiser gibi ve Şule'nin yeni karakteri pek dolduramamıştı o boşluğu. Ama bütün bu olumsuz eleştirilerime rağmen Behzat Ç. halen çok güzeldi. Üçüncü sezon ise oldukça toparlanmış döndü dizi. Özellikle adli tıpçılar, yani Serdar Orçin ve Gökhan Yıkılkan oldukça iyi olmuştu. Oynadıkları karakterler ve üzerlerine yazılan senaryo çok başarılıydı. İlk sezonu bir başkaydı dizinin elbette ama üçüncü sezon oldukça iyi görünüyordu. Özellikle ikinci sezondan sonra ilaç gibi gelmişti bünyeme.

Ve şu meşhur RTÜK mevzusu. RTÜK kurulduğundan beri Behzat Ç.'nin üstüne geldiği kadar herhangi bir dizinin üstüne gitti mi bilemiyorum. Dizinin saati 20.00'den 22.00'ye daha sonra 23.00'e alındı. Süresi kısaltılarak 60-70 dakika civarına indirildi ve son sezon itibarı ile blurlanmayan bir şeyin olmadığı hiçbir sahne izleyemez olduk. Yaş sınırı koyuldu tabi ki ve ben Cuma gününe alınmasının da yine bununla bir ilgisi olduğunu düşünüyorum. Hatta bir hafta gösterilip sonraki hafta gösterilmeme noktasına gelerek yeni bölümü için iki hafta bekletildik bir ara. Oyuncular, senaristler sürekli bunun gerçek olmayan bir kurgu olduğunu, sadece bir hikâye olduğunu defalarca söylediler ama dizinin kimilerini rahatsız edecek belli noktalara parmak basıyor olması belli kesimleri biraz sıkıntıya soktu sanırım. "Seyircimizin tepkisinden çekinmeseler diziyi çoktan yayından kaldırırlardı." diye bir açıklama da yapıldı geçtiğimiz günlerde. Belki de gerçekten öyledir, dizinin bu kadar fanatik bir hayran kitlesi olmasa çoktan yalan olmuştu.

Geçenlerde Metin Erksan ile ilgili bir kitap okurken enteresan bir sansür hikâyesi okudum. Bildiğiniz gibi Erksan ülkemizde sansürden nasibini en çok alan isimlerden bir tanesi. İlk filmi Aşık Veysel'in Hayatı seyirciyle buluşmadan önce sansüre takılır. Türk tarlası olarak gösterilen tarlalar cılız başaklardan oluşuyormuş ve sansür Türk tarlasının böyle gösterilemeyeceğini söylemiş. Yapımcılara eğer isterlerse Amerikan Haber Merkezi görüntülerinden yararlanabilecekleri söylenmiş. O büyük başakları olan Amerikan tarlaları o filmde Türk tarlası gibi gösterilmiş. Peki bu durum bilinen tarlaların gerçekliliğini mi değiştirdi aynı zamanda? Elbette hayır. Şimdi Behzat Ç. dizide küfür etmese içki içmese ne olacaktı yani? Tam bir beyefendi olsaydı biz aslında Türk Polisi'nin ne kadar örnek insanlardan kurulu olduğuna mı inanacaktık. Örnek olmasından kastım karakter değil, davranıştan bahsediyorum yanlış anlaşılmasın. Mesela Cinayet Büro polisleri gerçek hayatta küfür etmiyorlar mı? Az önce Balçiçek İlter ile röportajını seyrettim ve Erdal Beşikçioğlu'nun ve "Hayatını suçluların arasında geçiren bir adamın beyefendi diye konuşması inandırıcı olur mu?" sözlerini duydum. Sanırım pek haksız değil. Başka dizilerde cemiyet hayatı insanlarının son derece şık ve pahalı mekânlarda viski içmesi niye bu kadar dikkat çekmiyor o da farklı bir tartışma konusu elbet.

Çok farklı noktalara parmak bastı üç sezon boyunca Behzat Ç. ekibi. Nefret cinayetleri, Cumartesi Anneleri, emniyet içindeki yapılaşma, RedHack, kot taşlama işçileri gibi maddelerle uzayıp gidecek kocaman bir liste var. Dizinin birinci sezon finalinin son sahnesi biraz kopuktu. Yani o sahneyi değerlendirmeye almazsam favori bölümümün 30.Bölüm olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Diziyi takip edenler "Albay cinayeti" dersem rahatlıkla hatırlayacaklardır bölümü. Hani şu Behzat Ç.'nin ödül töreninde "Tabak iyi ama çekin amk ben" dediği bölüm. Hani sonunda Savcı Esra'nın "Dünyanın ekseni kaydı Behzat 12 santim yerinden oynadı sen bana 1 santim bile yaklaşmadın" dediği bölüm. Vega - İz Bırakanlar Unutulmaz girer hani arka fondan o sahnede. Behzat'ın "Mutsuz oluruz senle biz" lafına karşılık Savcı'nın "Mutsuz olalım ne var, biz de mutsuz oluruz. Ben senle mutsuzluğa da varım." cevabını verdiği o sahne hani. Lafa bak ya insan aşkını böyle mi anlatır be birader. Neyse fazla kaptırmıyorum. Onun dışında tekila ve absinthe içtikleri sahneler, Behzat'ın Savcı Esra'ya evlenme teklif ettiği sahne, Akbaba'nın "Ben olmuşum cinayet" sahnesi, Hayalet'in Akbaba'yla "Sen bana neden Hayalet diyorlar biliyor musun?" sahnesi, Harun'un ringe çıktığı sahne diğer favorilerim. Konuşmaya kalksak bu liste daha da uzayıp gider.

Şimdi dizi bitti. En azından Behzat Ç. televizyon macerasını tamamladı. Behzat Ç. ekibinin şu an itibarı ile ilk projesi "Ankara Yanıyor" isimli bir sinema filmi. Yapılan açıklamalar da Behzat Ç.'nin sansürsüz olarak yoluna devam edeceğine yönelik. Merakla bekliyoruz bakalım ekip önümüzdeki dönemde nasıl projelerle karşımıza çıkacak. Tartışmalarıyla, karakterleriyle, sansürleriyle, Ankarasıyla, Pilli Bebek ile, doğrusuyla, yanlışıyla, Ç. harfinin devamının ne olduğu veya neyi temsil ettiği geyikleriyle, tesbihiyle, birasıyla, deri ceketiyle ve her şeyiyle Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi bitmiştir. Kendi adıma konuşmak gerekirse bugüne kadar izlediğim açık ara en güzel diziydi. Hatta efsaneydi ve artık başka projelerle sansürsüz olarak yoluna devam edeceği söylense de Behzat Ç. bir televizyon efsanesiydi ve efsane sona erdi. Bir daha herhangi bir diziyi bu kadar sever miyim bilmiyorum. Ama bitişiyle birlikte üzerime hüzün çöktü desem yeridir. Zaten izlediğim bir tane dizi vardı artık o da yok. Televizyon artık başka bir moda geçmiştir benim için. Şimdi yeni projeleri merakla beklemekten başka yapacak bir şeyimiz yok. Niye bittin ki böyle iyiydik be amirim. 

7 Mayıs 2013 Salı

Baharda Yine Geliriz


















Kitap orucumu Barış Bıçakçı ile bozdum bugün. Geriye okumadığım tek bir kitabı kalmıştı ve Baharda Yine Geliriz'i henüz bitirdiğim şu dakikalarda sanki hayata dair bana yüklenmiş bir misyonu tamamlamış gibi hissediyorum. Aslında Barış Bıçakçı'ya dair geriye okunacak bir şey kalmamış olmaması iyi mi yoksa kötü mü pek emin değilim. Buna karşılık gerçek şu ki artık okumak için yeniden yazmasını beklemek durumundayım. 

Baharda Yine Geliriz diğer Bıçakçı kitaplarından bazı yönleriyle farklı diyebiliriz. Birkaç sayfalık pek çok öyküden oluşan bir kitap ve tahmin edebileceğiniz gibi yine Ankara'da geçiyor olaylar. Fakat bu sefer biraz farklı olarak, Ankara kokusunu "Şehir Rehberi" başlığıyla öykülerin arasına sıkıştırdığı birkaç cümleden oluşan bölümlerle veriyor Barış Bıçakçı. Kitabın en ilgi çekici bölümlerinin -en azından benim en çok ilgimi çeken- bu "Şehir Rehberi" kısımları olduğunu söyleyebilirim. 

Artık Barış Bıçakçı'nın bütün kitaplarını okumuş durumdayım ve kendisinden hâlâ bir iz yok. Eskisi gibi yazacak, anlatacak, sitem edecek mecalim de kalmamış sanki. Yazının kısalığının ve benim bu kısa kesme hissiyatımın bana düşündürdüğü şeyler bunlar işte. Ne var biliyor musunuz? Artık merak etmiyorum. Kimse kim bana ne sanki!!!