20 Mart 2018 Salı

Kaybedenler Kulübü Yolda


















Devam filmi çekilmemesi gereken filmler vardır. En azından bazılarımız bazı filmler için bunu düşünür. Çoğunluğun birleştiği noktalarda olan filmler vardır ayrıca ki bunlar da çok özel olanlarıdır. Şüphesiz ki Kaybedenler Kulübü bunlardan biriydi. İlk filmi izleyip çok beğenenlerdenim ben. Çok az filme nasip olacak bir şeye de sahip oldu: Daha çok tazeyken kült filmler arasında yerini aldı. Bir devam filminin ilki kadar iyi olmayacağını bilsek de hiçbirimiz yeni bir filme hayır diyemezdik. Heyecanlandık elbette duyduğumuzda ve beklemeye başladık. Nitekim vizyona girdiği hafta ziyaret ettik kendilerini. Kaybedenler Kulübü'nü, ilk filmi ve ikinci filmi nedense anlatmayı çok istedim. Yazının içeriği çok ağır spoiler içerecektir.

Tarihler 90'lı yılların ikinci yarısını gösterdiğinde Y kuşağının son temsilcileri ergenlikten gençliğe yeni geçiş yapıyordu. İnternet bu kadar hayatımıza girmemiş, sosyal medya diye bir şey henüz var olmamış, radyo programları televizyon karşısında galibiyetten çok uzakta olsa bile halen önemini korumaktaydı. X kuşağından bir birey olarak ben de radyo çok dinlerdim ama yaşım itibarı ile Kaybedenler Kulübü'ne yetişecek ve bilecek kadar büyümemiştim. Benim dinleyiciliğim ancak 2000'li yıllara denk gelebilmişti. Kaan Çaydamlı ve Mete Avunduk o dönemde Kaybedenler Kulübü adında bir radyo programı yaparak efsane olmuşlardır. Biz yetişemedik ama o döneme tanık olmuş abilerimiz ve ablalarımızın yakından bildiği bir hikâyedir bu. Hepimizle tanışmaları ise 2011 yılında çekilen film ile oldu. Bahsettiğim gibi ben de filmi çok beğenmiştim ve izledikten sonra senaryo kitabını okumak, gerçek program kayıtlarını merak edip dinlemek hatta bir süre film repliklerini hayatıma uyarlamaya çalışmak gibi denemelerim bile olmuştu. Can sıkıntısı yaşadığım dönemlerde arada açıp tekrar tekrar bıkmadan izlediğim filmler vardır ki Kaybedenler Kulübü de ilk sıralarda yer alır. Karakterlerin gündelik yaşamından detayları da izleyebilmemize rağmen söz konusu radyo programının devamlı olarak filmin odağında kalmayı başarması fikrimce en büyük başarısı oldu. Bu başarılara yan karakterlerin kattığı derinlik, sahne geçişleri, replikleri, aforizmaları, müzikleri, yapılan işin farklılığı gibi çok fazla şey eklenebilir.

OT Dergi'nin bu ayki sayısını aldım ben. Murat Menteş'in sayfasında (kendisinin Kaybedenler Kulübü Yolda'da yine kendini oynadığı küçük bir rolü var) Kaan Çaydamlı ve Mete Avunduk ile Kaybedenler Kulübü'nü konuşmuş. Yazının başlığında büyük harflerle yazılmış "OĞUZ ATAY BANA KAHVE YAPTI" yazısını görünce merak katsayım katlanarak arttı ve içeriği birkaç defa okudum. Kaybedenler Kulübü'nün kurulması ile ilgili yazının hemen başında bir pasaj var: "Kaybedenler Kulübü radyodan önce vardı. Yayınladığımız kitaplarda '6:45 Yayın bir Kaybedenler Kulübü tribidir' yazıyordu. Mevzu Kadıköy'e dayanıyor. Kaybedenler Kulübü tabirini ilk Levent Erseven kullanmıştı sanırım. Stüdyo-İmge dergisinde, Cağaloğlu'ndaydı yeri. Biz de tekke gibi gidiyorduk oraya.
'Loser' Amerikancası, 'zavallı' gibi bir şey. Bizim 'Kaybedenler' haysiyetli bir mana taşıyor.
Belki Tutunamayanlar'ın bizim kuşak versiyonu gibi düşünülebilir. Temel kaynaklarımızdan biri de Oğuz Atay. O zaman roman hayatımızı darmaduman etmişti. Onun üzerine bir şeyler inşa ettiğimiz söylenebilir." Yani Oğuz Atay bir şekilde Kaybedenler Kulübü'ne de dokunmayı başarmış. Bir Oğuz Atay hayranı için hayatta her kaybettiğin anı onunla bağdaştırmanın zor olmadığını bilenlerdeniz. 

Gerçek programa ait kayıtları dinlemenin ise bana düşündürdüğü şeyler olmuştu. Yaş itibarı ile o döneme yetişebilmiş bir radyo dinleyicisi olsaydım bir Kaybedenler Kulübü hayranı olmazdım sanırım. Nedense filmde izlediğim hâli çok daha çekiciydi. O yıllarda, aradığınız hemen hemen her isme ait fotoğraflar bulabileceğiniz bir Google yoktu. Kaan ve Mete'nin görüntüsüne eminim ki dinleyenleri çok uzaktı. Bilemiyor olmanın kusursuz cazibesi büyüktü şüphesiz ama film için konuşursak karakterlere hayat verecek isimlerin Nejat İşler ve Yiğit Özşener olması ilgi çekiciydi. Nejat İşler'in imajı oynayacağı karakterle bütünleşiyor muydu bilmiyorum ama dışarıdan bakıldığında bu rolü ancak o oynayabilirdi derken zorlanmıyor insan. Programa bağlanan kadınlara yatma teklif etmek, yayında içkiden kaynaklı geğirmek gibi konular o dönemin dinleyicilere samimi geliyordu belki ama ben şu an durduğum yerden bakınca çok ilgi çekici bulmuyorum. Yine OT Dergi'de Kaan Çaydamlı'nın şöyle bir sözü var: "Evet, doğrudur, bir 'pompa' mefhumu ortaya attık ve cinselliği biraz mekanikleştirdik. Belki de bir ölçüde normalleştirdik." İşte burada bahsettiği bu mekanikleştirme olayı benim ayağa kalkıp alkışlayabileceğim bir şey değil. Şüphesiz ki tam aksini düşünenler de olacaktır. İlk filmde radyo sahibinin söylediği "Bu Amerikan Rock'n Roll ben hiçbir şeyi takmam havası" beni etkilemeyebilirdi ama buna karşılık binlercesini çok etkilemiş olması gibi bir gerçek de var. Sinema bunu kusursuz bir sunumla karşımıza çıkardığı için her şey bambaşkaydı. Fakat bunların hepsi bir varsayım. O dönemde üniversite çağlarında olsaydım, dönemin ruhu beni daha farklı bir adam yapsaydı, yaşadıklarımızın bir cep telefonuna hapsolmamış olduğu bir gençlik geçirseydik belki de çok büyük hayranı olurdum. 

İkinci filmin ise adını, sonra teaserları, sonra fragmanı gördüğümüzde bunun bir yol hikâyesi olacağını anlamıştık. Olimpos'tan Ege'ye sonra da İstanbul'a uzanan bir yol hikâyesi. Güzel manzaralar, çekimler, aforizmalar, alkol, müzik ve "pompa" var. Kaan ve Mete motosikletleriyle gezerken yanlarında tesadüfen Sevda(Hande Doğandemir)'yı ve Mete'nin talebi doğrultusunda da radyodan arkadaşları Gaye(Merve Çağıran)'yi bulurlar. Kent FM günlerinden sonra yıllar geçmiş, Mete tedavi görmesi gereken bir alkol bağımlısı olmuş, Kaan da daha duygusal bir adama dönüşmüştür. Hâlâ yalnızlar, hâlâ kaybediyorlar ve önceki filmden farklı olarak Kaybedenler Kulübü'ne değil Kaan ve Mete'ye konuk oluyoruz. Radyo programı Standart FM'de devam ediyor ama görebildiğimiz tüm radyo programı süreci fragman toplamından belki birkaç dakika daha fazla. Bu durum beklentimizi karşılamadı diyemeyiz çünkü vizyondan önce vadedilen bundan fazlası değildi. İlk filmdeki gibi yine müzikler harika ve oyunculuklar tatmin etmenin ötesinde. Aforizmalar karın doyurucu ama kendi adıma biraz daha fazla görmeyi tercih ederdim. En büyük kayıp ise yan rollerin katkısı olmuş. Özellikle Rıza Kocaoğlu'nun oynadığı Murat karakterinin ilk filme kattığı derinlik tartışılamaz bile. Keza Mete'nin annesini oynayan Serra Yılmaz, radyo dinleyicileri, Şenol... Murat, ikinci filmde yine komik, yine eğlendiriyor ama 6:45 sahneleri Kaan ve Mete'den uzak kaldığı için gözüme çok sığ göründü. Murat Menteş'i ve Tuna Kiremitçi'yi görmek güzeldi ama yine de o sahneler komple çıkarılsa filmin pek bir şey kaybedeceğini düşünmüyorum. Hande Doğandemir benim bu ülkedeki en beğendiğim kadınlardan bir tanesi. Güzelliğine hayranım ve enteresandır bu hayranlığım da zirve noktasına Nejat İşler ile karşılıklı oynadıkları reklam filminde çıkmıştı. Fakat oynadığı karakter için biraz eğreti kaldığını düşündüm. Ekrandaki endamına sözüm yok ama bir tatil kaçamağı ile nişanlısını aldatan ve bunu her iki tarafa da yansıtmaktan çekinmeyen bir kadın için iyi miydi bence uzun uzun tartışılır. Ayrıca bu kadının Kaan'ı darmaduman ettiğini de unutmamak gerekir. Mete'nin alkol bağımlılığına bağlı banyo sahnesi, yıllardır gittiklerini lokantayı yerinde bulamadıkları an, Mustafa Musa'nın hikâyesi gibi detaylar da artı puan olarak aklımda kalanlar. Devrim Arabaları, dolayısıyla ilk filmin yönetmeni olan Tolga Örnek'e gönderilen selam da hoştu. Bu sefer Olimpos Sahili de sanırım gerçekten Olimpos Sahili idi. İlk filmdeki kumsal, çakılsız Olimpos Sahili biraz üzücü olmuştu.

Nejat İşler için birkaç şey söylemek istiyorum. Filmi izlemeden önceki gün yeni bir röportajını izledim. Adam tam bir alfa. Gerçekten hayranlıkla izlenesi bir adam. Alfa dedik tabi ama ağlarken bile güzel adam. Şimdi akıllarda çılgın bir soru: Alfa erkekler ağlar mı? Hadi bakalım. Ama bu sefer gerçekten yaşlanmış. Herkes için geçen yıllar onun içinde birkaç sene içerisinde on beş yıl kadar geçmiş gibiydi. "Aslında her şey biraz da kontrolsüzce olduğunda hep bir iz bırakır insanın damağında." ve "Çünkü ancak en masum olduğu anda vurabilirsiniz bir erkeği." aforizmaları da aklımda uzun süre kalacaktır.

Filmi gidip yerinde görmek icap eder. Yazının başlarında bahsettiğim gibi ilk filmin kredisi o kadar büyük ki üzerine elli tane film çekilse, ellisinin de ilk filmin ayarında olmayacağını da bilsek yine heveslenir, yine izleriz. İlk filmden bağımsız düşünmek, ilk filmi izlemeyenler için önce ikincisini sonra ilkini izlemek gibi öneriler var ama çok kulak asmamak gerekir. Karakterler ve radyo programını bilmeden, yani ilk filmi izlemeden, pek çok şey boşlukta ve havada kalacaktır. Sadece beklentiyi yüksek tutmadan izlemek yeterli. İyi seyirler. 

3 Mart 2018 Cumartesi

Beyaz Zambaklar Ülkesinde


















Cumhuriyet Tarihi'nin en çok okunan, en çok satılan kitapları gibi yapılacak her sağlıklı listede kendine yer bulacaktır Beyaz Zambaklar Ülkesinde. Birçok farklı yayınevi, birçok farklı versiyonu, birçok çevirmen ile var olmuş bir kitap bu. Finlandiya'nın bir avuç aydının etrafında nasıl kalkındığını, kurulduğunu, uluslarını nasıl koruduğunu, İsveç ve Rusya'ya yem olmadan, dünyanın en medeni toplumlarından birine nasıl dönüştüğünü anlatan destansı bir öykü bu. Mustafa Kemal Atatürk kitabı okuduğunda çok etkilenmiş ve okulların müfredatına eklenmesini istemiştir. 1923 yılında Rus yazar Grigoriy Petrov tarafından yazılan bu hikâye başta Türkiye, Bulgaristan ve Yugoslavya olmak üzere birçok ülkede çok beğenilmiş. Atatürk'ün neden bu kadar beğendiğini anlamak için kitabı okumak yeterli.

1800'lü yılların hemen başı ve Finlandiya'da İsveç hegemonyası mevcut. Ülkedeki her kritik noktada İsveçliler var. Finlilerin bu var olma savaşı esnasında çıkan bir Rusya - İsveç savaşı ile Finlandiya'nın yeni hakimi Rusya oluyor. Özel yasalarla yönetilen Büyük Prenslik statüsü kazanan Finlandiya'da milli bir bilinç yoktur. "Birinci milli uyanış" olarak nitelendirilen dönemde Adolf Ivar Arwidsson'un "Biz İsveçli değiliz, Rus olmak da istemiyoruz, o zaman Finlandiyalı olalım." değerlendirmesiyle başlayan süreçte milli bir bilinç kazanmaya başlarlar. İlk adım olarak milli bir dil olmadan bunun mümkün olmayacağı bilinci uyanır. Bir millet olma bilinciyle çıktıkları bu yolda Johan Wilhelm Snelman'ın başını çektiği bir avuç aydın ile bir ülke kuruyorlar. Bataklıklar Ülkesi olan Finlandiya bu bir avuç insanın müthiş çabasıyla Beyaz Zambaklar Ülkesi'ne dönüşüyor. 

Bu tarihsel süreçle ilgili benim dikkatimi çeken bazı detaylardan bahsetmem gerekirse bence en kritik konu bu çabaya halkın reaksiyon vermiş olması. Bunu bizim ülkemize uyarlayacak olursak Kurtuluş Savaşı'nın başarıya ulaşmasının en önemli sebeplerinden biri de Atatürk ve silah arkadaşlarının çabasına halkın reaksiyon vermiş olmasıydı. "Kışla" ve "Din Adamları" ise kitabın içindeki bölümlerden en çok ilgimi çeken bölümler oldu. Snelman ve arkadaşlarının çocukların nasıl yetiştirilmesiyle ilgili ülkedeki pazarları gezerek insanlara tek tek anlatması, iş adamlarının neler yapabileceklerini kendi aralarında istişare ederek yaptıkları, din adamlarının tutumları... Gerçekten okunması gereken destansı bir hikâye. Okumadan geçirdiğim her güne yazık olmuş. Bütün bu çabanın sonucunda da Finlandiya bir refah toplumu olmuş, insanların dürüst olması ve böyle tanınmaları gibi güzel bir şöhreti olan, kalkınmış, medeni bir toplum haline gelmiş durumda. Kıskanılası olduğu tartışılmaz, umarım bizde de günün birinde böyle şeylerden bahsedilebilir. Çok enteresan bir not daha var ki 27 Mayıs 1960 Darbesi'ni gerçekleştiren Cemal Gürsel önderliğindeki askerler arasında daha sonraki yıllarda yapılan bir ankette kendilerini en çok etkileyen kitap sorulduğunda Beyaz Zambaklar Ülkesinde cevabı çıkmış. Kitabın içeriğinde darbeyi teşvik edici bir unsur olduğu söylenemez ama enteresan bir sonuç olduğu kesin.

Çok özel, çok etkileyici bir kitap ve bence ülkemize yön veren iş adamları, aydınlar, din adamları,  bürokratlar ve daha niceleri için yol gösterici olabilir. Altını çizip, not aldığım yerleri paylaşma huyum pek yoktur ama bu rehber niteliğinde bir kitap olduğu için birkaç pasajı paylaşmak istiyorum;

"Milli servetin, halk vicdanı ve millet aklının kurucusu olabilmek için çaba gösterin. Hayatta istediğiniz mesleği seçebilirsiniz; örneğin profesör, doktor, işçi, bilim insanı, tüccar, subay, din adamı, memur, köylü veya bakan olabilirsiniz, bu sizin yeteneklerinizle ve şartların uygun olup olmamasıyla ilgili bir durumdur. Fakat şunu hiçbir zaman unutmayın: Vücudunuz, aklınız ve ruhunuzun sahip olduğu bütün gücü vatanınıza ve halkınıza adamalısınız."(s.50)

"Her halkın içinden hem büyük şahsiyetler hem de aşağılık insanlar çıkabilmektedir. Bunlardan hangisinin iktidara geleceğini belirleyen temel etken halk kitlelerine hakim olan ruh halidir. Halkın sahip olduğu değerler nelerdir? Zekası, iradesi ve vicdanı gelişmekte midir yoksa zehirli otlar sarmış gibi, çürüyerek yok mu olmaktadır? Veya zavallı, utanç verici bir mevcudiyet için mi sarf edilmektedir?
Burada hepimizin hayatı ve çalışmaları sorgulanmaktadır aslında. Kendi ülkemizde ne işle meşgulüz, halkımızın kaderinde nasıl bir rol üstleniyoruz?"(s.61)

"Muhterem din adamları, inançlı bir insan olarak, sizden rica ediyorum. Halkınızın gerçek anlamda hizmetkarı olun. Papazlar kiliseye bağlı memurlar değillerdir. Sizin göreviniz dini törenler yapmak, kilise kurallarının doğru uygulanıp uygulanmadığını takip etmek ve dua etmekle sınırlı olmamalıdır. Peygamberler halka öncelikle temiz, dürüst ve hayırsever bir yaşam sürmelerini öğütleyerek, insanları vicdanlı ve sevgi dolu olmaya teşvik etmiştir. Onlara nasıl iyilik yapılacağını, hayvani ve vahşi ihtiraslarından arınarak, nasıl Tanrı'nın evladı olunacağını öğretmiştir. 
Halka canlı, gerçek vazzlar verin. Halkla, asırlardır olduğu gibi, ikiyüzlü bir şekilde tekrarlayıp durduğunuz ruhsuz kelimelerden oluşan sıkıcı, itici din adamı diliyle konuşmayın."(s.94-95)

"En kültürlü halklar bile hâlâ barış içerisinde yaşamayı öğrenemediler. Geçmişten kalan kin duygusu ve yıkıp yağmalama ihtirası, tıpkı sahilde bulunan her şeyi bir anda yutan dalgalı bir deniz gibi, aniden dışa vurmaktadır. Su baskınlarından korunmak için sağlam duvarlara ihtiyaç vardır. Ordu, vatanın sınırlarını korumak için göğsünü siper eden binlerce kahramanın oluşturduğu canlı, aynı zamanda da çok değerli bir duvardır. Bu duvar, arkasında yaşayan halka barış ve özgürce bir yaşama ortamı sağlamaktadır.
Ordu çok özel, gerektiğinde kendini feda etmeye hazır bir münzevi topluluğuna benzer. Biz sivillerin, bizi koruyan canlı duvarlara gerektiği gibi saygı duyduğumuz ve değer verdiğimiz söylenemez, halbuki bu duvardaki her bir kum tanesi canlı bir insandır. Gerektiğinde bu kum tanelerinden binlercesi bizim barış içinde yaşamamız için hayatlarını feda etmeye hazırdırlar.
Sokakta, tarlada, dükkanda ve hatta lokantada, nerede olursa olsun, karşılaştığım bütün asker ve subaylara nazik bir şekilde selam verme arzusu hissediyorum. Kendilerine sevgi dolu bir tebessümle şunları söylemek istiyorum:
'Değerli, sevgili kardeşlerim! Sizler bizim için, benim için hayatınızı çok zorlu bir göreve - vatanın müdafaasına adamışsınız. Allah yardımcınız olsun!"'(s.105-106)

"Birikimli ve aydın kişiler olmanız sizin için bir imtiyaz ve ayrıcalık gerekçesi olamaz. Hakimiyet, şan şöhret ve kaygısız, refah dolu bir hayata sahip olma hakkı da vermez. Aydın olmak sizler için bir vazife, ifa etmeniz gereken bir hizmettir. Sizin göreviniz bir mum gibi yanarak, halkı aydınlatmaktır. Mumu yaktıktan sonra fanus altında tutmazlar, etrafa daha fazla ışık saçması için yüksek bir şamdan yerleştirirler."(s.148)