21 Şubat 2021 Pazar

Je Vais Bien, ne T'en Fais Pas


 

 

 

 

 

 

 

 

 

Teoman, 2002 yılında Sedef Kabaş'ın "Sedef Kabaş ile Sesli Düşünenler" programında  "Çok büyüdüğümü hissetmiyorum ben. Yıllar geçiyor ama ben hâlâ ergenlikteki hislerimi saklıyorum..." demişti. Çok etkilenmiştim. Yanlış anlamayın, etkilendiğim zaman yirmili yaşlarının başındaki o hayalperest çocuk değildim. Birkaç ay önce Youtube'dan izledim ben o programı. Aradan geçen bunca yıldan sonra duygularımın ergenlikteki benden sıyrıldığını söylemem zor. Bir kitap oluyor elimde, içinden birkaç cümlelik bir pasaj okuyorum ya da bir film izliyorum, bir sahnesi alıp götürüyor beni o duygularını dizginleyemediğim(ve aslında çok da dizginlemek istemediğim) o çocuğa. Tutunamayanlar'ı okuyorum bu aralar, üçüncü kez. Eğer ben Tutunamayanlar'ı okuyorsam kendimi iyi hissettiğim yerdeyimdir ama her şey olması gerektiği gibi değildir. 

21. yüzyılda yaşıyorum ben. Herkesin yaşadığı dönem kendine göre zordur. Çok şey gördük biz de çok şey yaşadık ama şu an dünyada sağ olan belki de kimsenin daha önce yaşamadığı bir şey var hayatımızda: pandemi! Sokağa çıkma yasakları, kapalı dükkânlar, insansız caddeler, ölümler ve hepimizin son bir yılda öğrendiği daha bir sürü şey! Neredeyse bir sene oldu ve bir yıldır evdeyiz. Hayatımızdan nicelik olarak kaybolup gitmiş koca bir yıl var. Hepimiz acı çektik, herkes çok yoruldu, tükendik artık. Peki elimde ne var diye düşünürsem kendi iç dünyama dönmeyi hiç bu kadar başaramamıştım. Aileme döndüm, evime döndüm, kitaplarıma ve filmlerime döndüm. Etrafımızı tanıdık, doğayı anladık, tüketimi azalttık ama bunlar dışarı bakınca gördüklerimiz. Aynaya baktığımda ise kendimi yeniden tanıdım, kendimi anladım ve aslında kitaplar ve filmlere yeteri kadar sarılırsam insanlara daha az ihtiyacım olabileceğini öğrendim. 

Bugün bir film izledim ben: Je Vais Bien, ne T'en Fais Pas. İngilizceye "Don't Worry, I'm Fine", Türkçeye de "Benim için Üzülme" diye çevrilmiş bir Fransız filmi. Her iki çevirinin de çok başarılı olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. İki sene sonra neden mi buradayım? Çünkü kalbim, ciğerim paramparça oldu. Ben bir duvara böyle en son çarptığımda Malina'yı okumuştum ve yine elimi, ayağımı, aciz varlığımı dünyaya sığdıramayıp soluğu burada almıştım. Çok acı çekiyorum. O kadar derinlerde hissettim ki bu filmi şu an o senaryonun içine girip Lili'ye sarılmak için çok fazla şey yapardım. 

 -spoiler-

Yo yo sevgili dostum, tahmin ettiğin gibi değil, aklıma kardeşlerim falan gelmedi. Ben sadece Lili'ye üzüldüm. Lili'den de daha çok annesine ve babasına üzüldüm. Lili'nin hastanede yatarken ailesinin kaldığı o çaresiz durum, babanın her mektupta kendine giydirmesi, annesinin mektupları babasının yanında okumamasını çünkü çok üzüldüğünü tembihlemesi, babasıyla konuştuktan sonra yine babasının durumu annesine anlatmasını istemesi, Lili'nin annesine mektupların Loïc'ten gelmediğini söylediğinde üçünün birbirine sarılması, annesinin yemeğin yanmasını bahane ederek ağlaması, yemek için dışarı çıkmaya karar verdiklerinde üç maymunu oynamaları...

Yüzlerce film izledim ben, yüzlerce. Ve bir şarkının bir filme bu kadar yakıştığını hiç görmedim. Yakınından geçebilecek kadar bile beni etkilemiş olan bir film müziği gelmiyor aklıma. Nasıl bir filmdin sen Je Vais Bien, Ne T'en Fais Pas ve bir filme nasıl bu kadar yakışırsın AaRON - U Turn (Lili). Tanrım lütfen bu filmin etkisinden bir an önce kurtulup hayatıma dönmem için bana yardım et!

1 Ocak 2019 Salı

La Casa de Papel











Game of Thrones'un dizi tarihi açısından popülaritesi tartışılacak bir durumda değil. Var olduğundan beri hiçbir yapım o kadar çok konuşulmadı, beklenmedi, merak edilmedi. Eğer onu ayrı bir yere koyup bakacak olursak La Casa de Papel dünya genelinde yılın en çok konuşulan yapımı oldu. "Bir şeyi de bilmeden, merakımı gidermeden ölürsem olmaz." diyerek ben de izledim. Aksiyonu bol, tansiyonu düşmeyen ve yayınlanan tüm bölümleri dahilinde içinde tutmayı başaran bir yapım olduğu kesin. Kendimce yorumlamak istedim. Yazının devamı ciddi boyutta spoiler içerecektir. Henüz izlememiş olanların yazının devamını okumaması şiddetle önerilir.

Bir soygun ne kadar kusursuz olabilir? Kusursuz bir soygun nasıl olur? Nasıl planlanır? Bir soygunda ne kadar çok para soyulabilir? "2.4 Milyar Euro" değerinde bir soygun planıyla daha ilk dakikasından kendisine bağlıyor La Casa de Papel. Kod adı Profesör olan bir adam, oluşturduğu sekiz kişilik bir ekiple İspanya Kraliyet Darphanesini soymak için harekete geçiyor. Tarih boyunca yapılacak olan en büyük soygun için daha önce yapılmamış mükemmellikte bir plana ve kusursuz bir ekibe ihtiyacı olan Profesör'ün ve ekibinin yaptığı soygunu izliyoruz.

Diziyi izlemeden önce hızlıca yapılacak bir soygun ve daha öncesindeki planlardan bahsedecek bir süreci bekliyordum. Fakat ilk bölümden soygun ile başlayıp hazırlık sürecini flashbackler ile göstermek dizinin düşmeyen aksiyonunun en önemli sebebi gibi göründü gözüme. Kısacası, şu ana kadar yayınlanmış olan yirmi iki bölümlük kısım günlerce sürecek bir soygun sürecini anlatıyor. Polisleri yanıltma, kusursuz planlanmış bir soygun, orijinal bir ekip, sürükleyici sahneler, Stockholm Sendromu gibi bir soygun senaryosundan bekleyebileceğiniz her türlü klişe mevcut La Casa de Papel'de. Bütün bunların içinde senaryoyu, bugüne kadar izlediğim her şeyden farklı kılan detay ise aslında hedeflenen "2.4 Milyar Euro"nun kimsenin parası olmaması. Soyguncular, Darphaneye girdikten sonra para basmaya başlıyorlar. Yaklaşık on günlük bir süre içerisinde bu miktardaki parayı basıp, kayıt dışı olan bu parayı alma ve dolayısıyla hiç kimseden çalmayacak olma fikri ilgi çekici kısım. Plan, hazır bir parayı alıp hızlıca ortadan kaybolma olmayınca, daha doğrusu soyguncuların hedeflerine ulaşmak için zaman kazanmak zorunda olmaları ise Profesör'ün planlarını sıradan bir soygun planından çok farklılaştırıyor. Bütün bu süreçte yaşanabilecek her türlü aksiliğe karşı ekibi hazır. Vurulma, yaralanma, yakalanma, yorgunluk, fikir ayrılığı, rehine isyanı gibi maddelerin de içinde bulunduğu her detaya ustalıkla anlatıyor ekibine. Bütün bunları yaparken belli kurallar var ve bunlar da diziyi türlerinden ayıran önemli ve güzel detaylar. En önemlisi kimse ölmeyecek, kimsenin canı yanmayacak. Profesör'ün kırmızı çizgisi bu. Zaman en önemli şey ve parayı basacak zamanı kazanmak için yapılması gerekenler kusursuzca uygulanmalı. Ekip kendi arasında kişisel ilişki kurmayacak ki ekibin genel anlamda bu kurala riayet ettiği pek söylenemez. Hatta o derece bir ilişki kurmamalarını istiyor ki Profesör, kimse gerçek adını kullanmayarak bir şehir ismi seçiyor kendine.

La Casa de Papel ile ilgili olarak övgüyle bahsedebileceğim iki konu var: Dizinin ilk anından itibaren Darphane sürecinin başlıyor olması ile hiç düşmeyen aksiyonu ve kimsenin parasını çalmadan kendi paralarını basacak olmaları fikri. Buna karşılık dizinin defoları da ilgi çekici. Eminim herkesin ortak noktada buluşacağı tek konu da Arturo karakterinin varlığı. Daha ilk andan son ana kadar bu kadar sorun çıkaran ve soygun ekibinden birinin ölümüne sebep olan kılkuyruk bir rehineye son ana kadar gösterilmiş olan müsamaha ancak bir mantık hatası olarak açıklanabilir. Profesör'ün her planının takır takır işlemesi ve polislerin sürekli bu oyunlara uyanamıyor olması diziyi tahmin edilebilir kılıyor. Soygun her çıkmaza girdiğinde "bu da kesinlikle Profesör'ün bir oyunu" diyebiliyor ve haksız da çıkmıyorsunuz. Planı sekteye uğratan tek detayın aşk olması klişesi, Robin Hood rolü oynayıp aslında konunun parayı soygun ekibinin kendi cebine alacak olmasından ötürü Robin Hood ile uzaktan yakından ilgisi olmaması da söyleyebileceğim olumsuz detaylar. Bir diğer önemli konu var ki bu konuda dizinin devamını görmek sağlıklı olacaktır ama şu ana kadar geldiği noktaya bakarak söyleyeceğim; verilmek istenen Sosyalist mesajın soygunun amacıyla bağlantısını kuramamış olmam. Dizide bahsedilen "Avrupa Merkez Bankası da aynı şeyi yaptı, Bu soygun kurulu düzene bir başkaldırı" gibi mesajlar da bu fikrimi değiştirmiş değil. Paranın akıbetini görmeden bu konuda erken yorum yapmak istemem ama en son gördüğümüz şey Profesör'ün dünyanın bir ucunda tatil yaparak sevgilisini beklemekte olduğuydu.

Mükemmelden bahsedemem belki ama aksiyon severler için kesinlikle önerilebilecek bir dizi La Casa de Papel. Zannediyorum bu sene 3.Sezonunu da göreceğiz. Polislerin gözlerinin önünde hangardan çıkıp giden kamyon dolusu para ve paranın ülkeden nasıl çıkarıldığına dair "enteresan" merak konularımızın devamını mı izleyeceğiz bekleyip görelim bakalım. Bu kadar olumsuz detaya rağmen yine de olumlu taraflarıyla izlediğime memnun oldum. Son olarak dizinin şahane soundtracklerinin tekrar tekrar dinleme isteği uyandırdığını da söylemeden geçmek istemem. İyi seyirler.

21 Temmuz 2018 Cumartesi

Körleşme


















"Eğer Türk edebiyatında Oğuz Atay (1934-1977) diye bir yazar olmasaydı ve çevirmen Ahmet Cemal günlerden bir gün onunla tanışmasaydı, Körleşme diye bir roman dilimize belki de çok geç bir tarihte ve bir başkası tarafından çevrilecekti.
Yetmişli yılların ikinci yarısıydı. O sıralarda İstanbul'da, Teşvikiye'deki Beldever Apartmanı'nda bulunan Avusturya Kültür Ateşeliği'nde yarım gün çalışıyordum. İşimin bir bölümü Kültür Ateşeliği'nin kitaplık bölümünü de kapsadığı halde, ne Elias Canetti diye bir yazarın varlığından ne de onun Körleşme adlı romanından haberim vardı.
Oğuz Atay'la hiç karşılaşmamıştım. Onu sadece Tutunamayanlar adlı romanından tanıyordum.
Bir öğlen vakti bağlanan telefonda karşıma Oğuz Atay çıktı. Söze derhal 'sen' diyerek başladı:
'Sen rakı içer misin?'
'Arada evet...'
'Peki hiç şalgam suyu ile birlikte içtin mi?'
'Hayır.'
'Güzel. O halde bu akşamüstü saat altıda Atlas Sineması'nın girişinde ol. Seni bir yere götüreceğim.'
Dediği saatte buluştuk. 'Bir yer' dediği, Ağa Camii'nden sapınca gidilen, 'kendin pişir kendin ye' tipi bir meyhaneydi. O güne kadar meyhanenin böylesine hiç gitmemiştim. Oturup etlerimizi seçtik. Daha doğrusu Oğuz Atay seçti. Benimle yıllardır tanışıyormuşuz gibi konuşuyordu. O güne kadar yaptığım çevirilerin neredeyse hepsini okumuştu. Bu arada şalgam suyu ile rakı da nefis gidiyordu. Bir ara çantasından Elias Canetti adlı bir Yazarın Auto da fe başlıklı romanını çıkardı. Canetti'nin -sonradan benim 'Körleşme' diye Türkçeleştireceğim- Die Blendung'unun İngilizce çevirisiydi. 'Bu romanın aslı Almanca. Ben İngilizce çevirisini bir solukta okudum. Şimdi sen en kısa zamanda romanın Almancasını getiriyorsun ve yine en kısa zamanda çeviriyorsun. Müthiş bir yazar, romanı da öyle!'
Emir büyük yerdendi. Kitabın Almancası gerçekten en kısa zamanda, Avusturya Kültür Ateşesi Prof. Hans E. Kasper'in değerli yardımlarıyla geldi. Kitabı okuduktan sonra benim de soluğum kesildi ve çevirmeye başladım. Ama ne yazık ki 'en kısa zamanda' çeviremedim. Zaten hayatımda herhangi bir kitabı 'zamanında' veya 'en kısa zamanda' çevirebilmiş değilim. Sevgili Oğuz Atay, tanışmamızdan sonra dostluğumuz hiç kesilmediğinden ve tadını hiç unutamayacağım sohbetlerimiz onun evindeki sofralarda da sürdüğünden, romanın çevirisi üzerinde ciddiyetle çalıştığıma tanık oldu; hatta bazı pasajların Türkçesini de okudu ve çok beğendi. Ama çevirinin bittiğini göremedi. Onu 13 Aralık 1977 günü kaybettik."

Ahmet Cemal tarafından yazılmış olan Körleşme'nin önsözünden alıntıladığım bu kısım pek çok sorunun cevabı olabilir aslında. Daha başlarken Oğuz Atay'ı "Sen ne güzel adamsın" diye anmak istiyorum. Aynı şekilde yakın zamanda kaybettiğimiz Ahmet Cemal'i de.

Kitabı bana öneren kişi de okumam konusunda ısrarcıydı. Oğuz Atay'ın çok sevdiği kitaplardan biri olması ve baş karakter Prof. Kien'in kitaplarına yönelik takıntısı önemli bir etken bunda şüphesiz. Benim takıntımın, kitapta anlatılan karakterin ulaştığı boyutlara ulaşması pek olası görünmüyor ama yine de bana düşünecek pek çok şey bıraktığı bir gerçek. Mükemmel bir kitap okudum ve hakkında bir şeyler yazmayı çok istedim. Bazı kitapları çok sevebilirsiniz, bazılarını daha da çok sevebilirsiniz ama çok az kitabın bitmesini istemezsiniz. İşte Körleşme o kitaplardan bir tanesi ve bazı detaylar oldukça dikkat çekici.

Ulysses ile mukayese edilecek kadar hatta ondan daha iyi olduğunu önemli insanlara düşündürecek kadar başarılı bir roman Körleşme. Nitekim yazarı olan Elias Canetti'nin de öldükten sonra, hayranı olduğu James Joyce'un yanına gömülmesi oldukça ilgi çekici. Oğuz Atay'ın romancılığını ve hayatını biraz incelemiş olan herkes Kafka, James Joyce, Dostoyevski, Nabokov, Shakespeare'den etkilendiğini bilir. James Joyce'un Ulysses'inin de Oğuz Atay için çok ayrı bir yeri vardır. Yazının başında alıntıladığım kısımdan anlayacağınız üzere bu denklemin içinde Elias Canetti ve Körleşme'nin yer alması doğal. Çünkü Elias Canetti de Kafka ve Dönüşüm'ünden, James Joyce ve Ulysses'inden, Dostoyevski ve Karamazov Kardeşler'inden etkilenmiş. Ama asıl detay ise insanlara, toplumlara, yıllara yön vermiş bu büyük romancılar ve romanlarıyla kıyaslanabilecek ve hatta daha iyi bir roman olduğunu düşündürebilecek bir eser Körleşme. Bu çok büyük saygı gerektiren bir sebepken diğer yandan beni düşündüren şey ise ülkemizdeki popülerliğinin bu büyük romanlardan oldukça geride kalmış olması.

Franz Kafka, Dönüşüm'ü yazdığı zaman 32 yaşındaydı. James Joyce, Ulysses'i 40 yaşında, Dostoyevski ise Karamazov Kardeşler'i 59 yaşında yazdı. Türk Edebiyatı'nın en büyük romancısı olduğunu düşündüğüm Oğuz Atay ise ilk ve aynı zamanda en büyük romanı kabul edilen Tutunamayanlar'ı 37 yaşında yazdı. Genelde böyle olur zaten. Yani demek istediğim yazarlar olgunluk çağlarına genellikle orta yaşlarda ulaşır ve önemli eserlerini de daha sonraki dönemde vermeye başlarlar. Şüphesiz ki istisnaları vardır ama biraz önce bahsettiğim yazarların bulunduğu ekoller genelde böyle olur. Yazdıklarını yazabilmek için hayatı iyice görmek, bilmek, anlamak, yaşamak gerekir. İnsanları da aynı şekilde elbette. 20'li yaşlarda bir gençlik romanı yazılabilir belki ama bu ekoldeki romanlar için biliriz ki 20'li yaşlar oldukça iddialıdır. Bana Körleşme ile ilgili en büyük şoku yaşatan detay ise Körleşme'yi yazdığı zaman Elias Canetti'nin 26 yaşında olması. 29 yaşındayım ve hayatımın önemli bir bölümü bir şeyler yazmaya çabalayarak geçti. Bu sürecin en önemli parçalarından bir tanesi okunmamasına ve ilgi görmemesine rağmen ısrarcı bir çabayla ayakta tutmaya çalıştığım bu blogdur. Başkaları için değil de sadece kendim için yazmaya başladığımdan beri de motivasyon kaybı yaşamıyorum artık. Bunun dışında deneme, öykü, günlük gibi pek çok tür denedim ve hâlâ yazmaya devam ediyorum. Ve bütün bunlardan sonra 26 yaşında bir adamın Körleşme gibi bir şaheseri yazabilmiş olmasını aklım almıyor, almıyor, almıyor. Bu bir yetenekten, bir romancı olmaktan, tarihin en iyi yazarlarından bir tanesi olmaktan çok daha fazlası. Bu bir mucize ve Canetti sadece bu detayla bile çok fazla övgüyü hak ediyor.

Kitabın içeriğine gelirsek, bir sinolog olan Kien, dış dünya ile bütün ilişkisini kesmiş ve sahip olduğu 25.000 kitabını takıntılı bir şekilde korumayı kendine amaç edinmiş bir aydındır. Dış dünyayla ilişkisi yoktur. Bütün dış dünyadan kendini soyutlamak için kimseyle mecbur kalmadıkça diyalog kurmayan, evinden dışarı çıkmayan, kitaplarından başka hiçbir şey düşünmeyen bir adamdır. Kitap ve hakkında yazılmış her yazıda "Kendi fildişi kulesine çekilmiş" şeklinde tasvir ediliyor bu durum ve mevcut durumda Sel Yayıncılık'tan çıkan ve benim de yazının görseli olarak kullandığım kitap kapağında tamamıyla kitaplık ve kitaplar ile çevrili bir alan görüyorsunuz. Söylemem gerekir ki bugüne kadar gördüklerim içerisinde görselini en çok beğendiğim ve en yaratıcı bulduğum kapak tasarımlarından biri. Evinde, mecburi olarak yapılması gereken işleri sekiz sene boyunca yapan hizmetçisi Therese, Kien'i kandırıp onunla evlenince Kien'in sarsılmaz fildişi kulesi ilk darbesini alıyor. Dokunulamaz olan hayatına dokunulmasıyla birlikte bütün tılsım bozuluyor ve sonraki süreçte Kien dış dünya ile bir araya geliyor. Kien'in "dışarısı" ile buluşması ise sıradan bir sürece gebe değil elbette. Farklı karakterler, farklı düşünceler, farklı sorgulamalarla devam eden bu süreçte Körleşme'ye hayran oluyorsunuz.

Dış dünyayla bağlantımı olabildiğince koparmaya çalıştığım ve koparamadığım kısımlarda da artık eskisi kadar mutlu olamadığım bir süreçten geçiyorum. Kitaplarıma olan takıntım da günden güne artmaya başladığı gibi bir kadınla mutlu olabilmekten de oldukça uzağım. Bunu çok iyi gözlemleyen ve bana bu kitabı öneren kişi Körleşme'yi bana önerdiğinde ve kitabı araştırdığımda bu kadar derin düşüncelere sürükleneceğimi düşünmemiştim. Kitapların zamanı olduğunu bilerek söylemem gerekir ki iyi bir zamanlama ile okudum. Kayıp Zamanın İzinde, Ulysses, Karamazov Kardeşler gibi romanlar için hep doğru zamanı bekledim. İçimden bir ses de bu kitapları okumak için 40 yaşına yaklaşmam gerektiğini söyledi. Bu romanlara giden süreçte daha çok okumalı, daha çok araştırmalı, daha çok bilmeliydim. Kısacası daha hazır olmalıydım. Bu geçiş sürecinde de Körleşme mükemmel bir basamak oldu benim için. Okumanız için size bugüne kadar en çok etkilendiğim romanlardan birini öneriyorum. Keyifle okumanız dileğiyle. 

16 Haziran 2018 Cumartesi

Şahsiyet


















Çok iyi diziler de yapıyoruz biz bazen ama bazıları hepsinden daha iyi oluyor. Şahsiyet, kayıtsız kalmanın mümkün olamayacağı türden bir iş ve ben de uzunca bir şeyler yazmak istedim hakkında. Dönem dijital dizi dönemi ve çok başarılı işler çıktığını düşünüyorum bu süreçte. Masum, Sıfır Bir gibi çok beğendiğim işlerden sonra bugüne kadar izlediğim en iyi yerli dizilerden birini seyrettim. Behzat Ç. tahtının sarsılmazlığını korusa da, Vatanım Sensin ikinci sezon yaşattığı bütün bocalamalara rağmen duygularımızı alt üst etse de, Avrupa Yakası gibi son derece batılı bir külte sahip olsak da, Şahsiyet de bambaşka bir iş olarak hafızalarımıza kazınmıştır artık. Geçen haftaki finalinden sonra Vatanım Sensin'i yazmayı düşünmüştüm aslında ama Şahsiyet'i anlatmayı daha çok istedim.

Dizilerde sürenin yaklaşık altmış dakikaya inmesinin kalite açısından yapılan işlere nasıl bir seviye atlattığını hep birlikte gözlemliyoruz. Uzun boş bakışmalar, görmekten bıktığımız flashbackler, süre doldurmak için aralara koyulan gereksiz sahneler... Yeni nesil dijital dizilerde bunların hiçbiri yok. Kronikleşen "Yan karakterlere yeterince önem vermeme" sorunumuzu da önemli ölçüde geride bırakıyor gibiyiz. Bu ve buna benzer pek çok etken ve yüksek bütçeler yapılan işleri önemli yerlere getirdi. Şahsiyet'i farklılaştıran en önemli sebebe gelince tartışmasız Hakan Günday derim. Türkiye'nin önemli romancılarından biri, eğer bir dizi senaryosu yazmaya karar verirse neler olabilir hep beraber gördük. Dizinin devam ettiği dönemde bununla ilgili bir twit de atmıştım: "Şahsiyet'in yıldızı kesinlikle Hakan Günday. Bu dizi bu repliklerle efsane olur ve yıllarca izlenir." Son dönemde, Hakan Günday'ın "Daha" isimli kitabı da Onur Saylak yönetmenliğinde sinemaya uyarlanmıştı. Şahsiyet, bu ikilinin art arda gelen ikinci ortak çalışması oldu. Anlaşılan o ki Onur Saylak yönetmenliğe, Hakan Günday da senaristliğe iyiden iyiye ısınmış durumda. Bu ortaklık devam ederse sanki çok daha güzel şeyler izleyebiliriz.

İstanbul Kırmızısı ve Vatanım Sensin'e sıra gelinceye kadar Halit Ergenç'i hiç izlememiştim ben. Mevcut durumda formuna bakarak yorum yapacak olursam Türkiye'deki en iyi aktör olduğunu söyleyebilirim. Ama kariyerini göz önüne alınca Haluk Bilginer gerçekten bambaşka bir fenomen. O kadar başarılı ki ona ait bir projeyi izlemek için adını duymak bile yetiyor. Proje seçiminde çok başarılı davranabildiğini düşünmüyorum ama adam bazen sırtına alıp her işi götürebiliyor. Şahsiyet'in tanıtımlarını gördüğümüz zaman da Hakan Günday, Onur Saylak, Cansu Dere gibi isimlerle birlikte adını görmek izlemek için gani gani yeterliydi.  Bir seri katil hikâyesi izleyecektik, o seri katili Haluk Bilginer canlandıracaktı, bölüm başı bir saat süresi olan bir dijital dizi olacaktı ve senaryoyu Hakan Günday yazacaktı. İzlemek için ihtiyacımız olandan çok daha fazlası vardı. Ona eşlik edecek isim ise Cansu Dere idi. Cansu Dere'nin oyunculuğundan övgü dolu sözlerle bahsedemem ama o kadar güzel bir kadın ki bir ekrandan boş boş aynı noktaya baksa bile hipnotize olmuş bir şekilde sonsuza kadar izleyebilirim. Hatta bir adım ötesini söylemem gerekirse bu ülkenin en güzel kadını olduğunu düşünüyorum ve bu kadar güzel olması saygıyı hak etmesi için yeter de artar bile.

Bizim ülkemizde seri katil olmaz pek. Hatta "Seri katil" tanımı bile çok Amerikanvaridir ve "Serial killer" tanımı çoğu zaman daha tanıdıktır. Ülkemizde "Seri katil" tanımı birkaç yıl öncesinde Atalay Filiz ismi ile oldukça gündemde kalmıştı. Hatta filmde de bu konuyla ilgili bir vurgu var. Bir replikte "Türkiye'de insanlar seri katil olmaz. Türkiye'de insanlar cinnet geçirir." deniyor. O yüzden bu ülkede yapılmış seri katil temalı bir dizinin de batılı bir iş olacağını varsayabiliriz. Türk işi seri katil olayına en yakın şekli ile işleme çabasını da daha önce Behzat Ç.'de "Kesik parmak cinayetleri" teması ile görmüştük. Polisiye konusunda gerek edebiyat gerek sinema gerekse televizyon anlamında belirli bir noktaya gelmekte hep sıkıntı çekmişizdir. Son dönemde her alanda bir çıkış yaşıyoruz ve Şahsiyet bu noktada kendine sarsılmaz bir yer edindi.

Haluk Bilginer'in canlandırdığı Agâh Beyoğlu karakteri emekli bir adliye memurudur. Kızı ve torunu Avustralya'da yaşayan, karısını kaybetmiş, bir kadınla buluşmasına sinekkaydı tıraş olup takım elbise giyerek gidecek kadar bir İstanbul Beyefendisidir. Beyoğlu'nda bir apartman dairesinde oturan, hayatı kendi ekseninde geçen, yalnız bir adamdır. Kedisi Münir'i beslemeyi unutup ölümünü gördükten sonra bir doktora görünür ve doktoru kendisine alzheimer başlangıcı olduğunu söyler. Bu noktadan sonra olay bambaşka bir yere evrilir. Adliye memuru olarak görev yaptığı sırada çalıştığı Kambura isimli bir ilçede yaşanan bir olaydan yola çıkarak seri cinayetler işlemeye başlar. Bu cinayetlerin ilkini yıllar önce işlemeyi iki kez denemiş fakat cesaretini toplayamamıştır. Artık alzheimer ile birlikte her şeyi unutacağını bildiği için işi daha kolay olacaktır. Cinayetleri işlemeye başlar ve bu cinayetler sırasında Cansu Dere'nin canlandırdığı Nevra isimli cinayet büro polisine de sürekli mesajlar bırakır. Nevra, bir kadın olarak cinayet büroda çalışmanın her türlü zorluğunu çeken, acemi, geçmişi tıpkı Agâh Bey gibi Kambura'ya bağlanan genç ve güzel bir polistir. Agâh Bey, cinayetleri işlerken ortaya koyduğu profesyonellik, acemilik, soğukkanlılık, heyecan, şansı, şansızlığı ve hastalığı gibi bir çok etken sayesinde yakalanamaz. Fakat asıl tehlikeli olan ise bu cinayetleri işlerken giydiği kedi kostümü ve sürekli olarak yakalanamaması ile ülke çapında bir fenomene dönüşür. Cinayet Büro için her geçen gün tehlike çanları daha yoğun çalmaya başlarken bu cinayetlerin sebebi de adım adım çözüme doğru ilerlemektedir.

Yukarıda yüzeysel olarak bahsettiğim senaryoda farklı olan ve diziyi çekici kılan bir detay yok tabi. Diziyi bu kadar iyi yapan sebepler ne senaryosu, ne karakterleri, ne akışı, ne de oyuncuları... Yanlış anlamayın bunların hepsi önemli birer etken ve çok başarılı Şahsiyet'te. Ama vurucu kısmı bu değil. Diziyi bu kadar iyi yapan en önemli etken Hakan Günday. Replikleri, sahne detayları, senaryonun genelinde ve özelinde dokunduğu, tamamıyla bize ait toplumsal sorunları ile bambaşka bir iş Şahsiyet. Özellikle final bölümünde boğazımızın düğümlenmesine sebep olması ile unutulmazlar arasına girdi bile. Hakan Günday seviyor delip geçmeyi ve başarıyor da. Senaryonun altını dolduran etkenler ise; yazının başında bahsettiğim yan roller (Deva karakteri ile uzayan bir liste), jeneriğinden başlayan teknik başarısı, kostüm ve mekan seçimleri ve hakkını teslim etmemiz gereken tecrübeli oyuncu, taze yönetmen Onur Saylak. Kendisinin Vatanım Sensin'de canlandırdığı Miralay Tevfik karakteri ile birlikte büyük hayranı olduğumu da ayrıca belirteyim. Bir dipnot olarak Özcan Alper'in yönettiği ve Onur Saylak'ın başrolünde oynadığı Sonbahar filmini de izlerseniz ne kadar özel bir oyuncu olduğunu anlarsınız. Şahsiyet'in oyuncu kadrosunun devamının da Metin Akdülger, Şebnem Bozoklu, Hüseyin Avni Danyal, Şenay Gürler gibi enfes isimlerden oluştuğunu hatırlatalım.

Erkenden final yapan yüksek bütçeli, bol reklamlı yerli dizi yığını içerisinde cımbızlı çekip almanız gereken bir dizi Şahsiyet. Anlattığım ve anlatmadığım o kadar iyi detay var ki dizide, aklıma kötü bir eleştiri yapmak, olumsuz bir detaydan bahsetmek gelmedi bile. Aslında yazmaya ilk başladığım zaman çok daha fazla detayla önerecektim ama spoilerdan kaçmak imkânsız hâle geldiği için kısa kesmek zorunda kaldım. Şahsiyet mükemmel bir iş ve vakit kaybetmeden izlemeniz şiddetle önerilir.

20 Mart 2018 Salı

Kaybedenler Kulübü Yolda


















Devam filmi çekilmemesi gereken filmler vardır. En azından bazılarımız bazı filmler için bunu düşünür. Çoğunluğun birleştiği noktalarda olan filmler vardır ayrıca ki bunlar da çok özel olanlarıdır. Şüphesiz ki Kaybedenler Kulübü bunlardan biriydi. İlk filmi izleyip çok beğenenlerdenim ben. Çok az filme nasip olacak bir şeye de sahip oldu: Daha çok tazeyken kült filmler arasında yerini aldı. Bir devam filminin ilki kadar iyi olmayacağını bilsek de hiçbirimiz yeni bir filme hayır diyemezdik. Heyecanlandık elbette duyduğumuzda ve beklemeye başladık. Nitekim vizyona girdiği hafta ziyaret ettik kendilerini. Kaybedenler Kulübü'nü, ilk filmi ve ikinci filmi nedense anlatmayı çok istedim. Yazının içeriği çok ağır spoiler içerecektir.

Tarihler 90'lı yılların ikinci yarısını gösterdiğinde Y kuşağının son temsilcileri ergenlikten gençliğe yeni geçiş yapıyordu. İnternet bu kadar hayatımıza girmemiş, sosyal medya diye bir şey henüz var olmamış, radyo programları televizyon karşısında galibiyetten çok uzakta olsa bile halen önemini korumaktaydı. X kuşağından bir birey olarak ben de radyo çok dinlerdim ama yaşım itibarı ile Kaybedenler Kulübü'ne yetişecek ve bilecek kadar büyümemiştim. Benim dinleyiciliğim ancak 2000'li yıllara denk gelebilmişti. Kaan Çaydamlı ve Mete Avunduk o dönemde Kaybedenler Kulübü adında bir radyo programı yaparak efsane olmuşlardır. Biz yetişemedik ama o döneme tanık olmuş abilerimiz ve ablalarımızın yakından bildiği bir hikâyedir bu. Hepimizle tanışmaları ise 2011 yılında çekilen film ile oldu. Bahsettiğim gibi ben de filmi çok beğenmiştim ve izledikten sonra senaryo kitabını okumak, gerçek program kayıtlarını merak edip dinlemek hatta bir süre film repliklerini hayatıma uyarlamaya çalışmak gibi denemelerim bile olmuştu. Can sıkıntısı yaşadığım dönemlerde arada açıp tekrar tekrar bıkmadan izlediğim filmler vardır ki Kaybedenler Kulübü de ilk sıralarda yer alır. Karakterlerin gündelik yaşamından detayları da izleyebilmemize rağmen söz konusu radyo programının devamlı olarak filmin odağında kalmayı başarması fikrimce en büyük başarısı oldu. Bu başarılara yan karakterlerin kattığı derinlik, sahne geçişleri, replikleri, aforizmaları, müzikleri, yapılan işin farklılığı gibi çok fazla şey eklenebilir.

OT Dergi'nin bu ayki sayısını aldım ben. Murat Menteş'in sayfasında (kendisinin Kaybedenler Kulübü Yolda'da yine kendini oynadığı küçük bir rolü var) Kaan Çaydamlı ve Mete Avunduk ile Kaybedenler Kulübü'nü konuşmuş. Yazının başlığında büyük harflerle yazılmış "OĞUZ ATAY BANA KAHVE YAPTI" yazısını görünce merak katsayım katlanarak arttı ve içeriği birkaç defa okudum. Kaybedenler Kulübü'nün kurulması ile ilgili yazının hemen başında bir pasaj var: "Kaybedenler Kulübü radyodan önce vardı. Yayınladığımız kitaplarda '6:45 Yayın bir Kaybedenler Kulübü tribidir' yazıyordu. Mevzu Kadıköy'e dayanıyor. Kaybedenler Kulübü tabirini ilk Levent Erseven kullanmıştı sanırım. Stüdyo-İmge dergisinde, Cağaloğlu'ndaydı yeri. Biz de tekke gibi gidiyorduk oraya.
'Loser' Amerikancası, 'zavallı' gibi bir şey. Bizim 'Kaybedenler' haysiyetli bir mana taşıyor.
Belki Tutunamayanlar'ın bizim kuşak versiyonu gibi düşünülebilir. Temel kaynaklarımızdan biri de Oğuz Atay. O zaman roman hayatımızı darmaduman etmişti. Onun üzerine bir şeyler inşa ettiğimiz söylenebilir." Yani Oğuz Atay bir şekilde Kaybedenler Kulübü'ne de dokunmayı başarmış. Bir Oğuz Atay hayranı için hayatta her kaybettiğin anı onunla bağdaştırmanın zor olmadığını bilenlerdeniz. 

Gerçek programa ait kayıtları dinlemenin ise bana düşündürdüğü şeyler olmuştu. Yaş itibarı ile o döneme yetişebilmiş bir radyo dinleyicisi olsaydım bir Kaybedenler Kulübü hayranı olmazdım sanırım. Nedense filmde izlediğim hâli çok daha çekiciydi. O yıllarda, aradığınız hemen hemen her isme ait fotoğraflar bulabileceğiniz bir Google yoktu. Kaan ve Mete'nin görüntüsüne eminim ki dinleyenleri çok uzaktı. Bilemiyor olmanın kusursuz cazibesi büyüktü şüphesiz ama film için konuşursak karakterlere hayat verecek isimlerin Nejat İşler ve Yiğit Özşener olması ilgi çekiciydi. Nejat İşler'in imajı oynayacağı karakterle bütünleşiyor muydu bilmiyorum ama dışarıdan bakıldığında bu rolü ancak o oynayabilirdi derken zorlanmıyor insan. Programa bağlanan kadınlara yatma teklif etmek, yayında içkiden kaynaklı geğirmek gibi konular o dönemin dinleyicilere samimi geliyordu belki ama ben şu an durduğum yerden bakınca çok ilgi çekici bulmuyorum. Yine OT Dergi'de Kaan Çaydamlı'nın şöyle bir sözü var: "Evet, doğrudur, bir 'pompa' mefhumu ortaya attık ve cinselliği biraz mekanikleştirdik. Belki de bir ölçüde normalleştirdik." İşte burada bahsettiği bu mekanikleştirme olayı benim ayağa kalkıp alkışlayabileceğim bir şey değil. Şüphesiz ki tam aksini düşünenler de olacaktır. İlk filmde radyo sahibinin söylediği "Bu Amerikan Rock'n Roll ben hiçbir şeyi takmam havası" beni etkilemeyebilirdi ama buna karşılık binlercesini çok etkilemiş olması gibi bir gerçek de var. Sinema bunu kusursuz bir sunumla karşımıza çıkardığı için her şey bambaşkaydı. Fakat bunların hepsi bir varsayım. O dönemde üniversite çağlarında olsaydım, dönemin ruhu beni daha farklı bir adam yapsaydı, yaşadıklarımızın bir cep telefonuna hapsolmamış olduğu bir gençlik geçirseydik belki de çok büyük hayranı olurdum. 

İkinci filmin ise adını, sonra teaserları, sonra fragmanı gördüğümüzde bunun bir yol hikâyesi olacağını anlamıştık. Olimpos'tan Ege'ye sonra da İstanbul'a uzanan bir yol hikâyesi. Güzel manzaralar, çekimler, aforizmalar, alkol, müzik ve "pompa" var. Kaan ve Mete motosikletleriyle gezerken yanlarında tesadüfen Sevda(Hande Doğandemir)'yı ve Mete'nin talebi doğrultusunda da radyodan arkadaşları Gaye(Merve Çağıran)'yi bulurlar. Kent FM günlerinden sonra yıllar geçmiş, Mete tedavi görmesi gereken bir alkol bağımlısı olmuş, Kaan da daha duygusal bir adama dönüşmüştür. Hâlâ yalnızlar, hâlâ kaybediyorlar ve önceki filmden farklı olarak Kaybedenler Kulübü'ne değil Kaan ve Mete'ye konuk oluyoruz. Radyo programı Standart FM'de devam ediyor ama görebildiğimiz tüm radyo programı süreci fragman toplamından belki birkaç dakika daha fazla. Bu durum beklentimizi karşılamadı diyemeyiz çünkü vizyondan önce vadedilen bundan fazlası değildi. İlk filmdeki gibi yine müzikler harika ve oyunculuklar tatmin etmenin ötesinde. Aforizmalar karın doyurucu ama kendi adıma biraz daha fazla görmeyi tercih ederdim. En büyük kayıp ise yan rollerin katkısı olmuş. Özellikle Rıza Kocaoğlu'nun oynadığı Murat karakterinin ilk filme kattığı derinlik tartışılamaz bile. Keza Mete'nin annesini oynayan Serra Yılmaz, radyo dinleyicileri, Şenol... Murat, ikinci filmde yine komik, yine eğlendiriyor ama 6:45 sahneleri Kaan ve Mete'den uzak kaldığı için gözüme çok sığ göründü. Murat Menteş'i ve Tuna Kiremitçi'yi görmek güzeldi ama yine de o sahneler komple çıkarılsa filmin pek bir şey kaybedeceğini düşünmüyorum. Hande Doğandemir benim bu ülkedeki en beğendiğim kadınlardan bir tanesi. Güzelliğine hayranım ve enteresandır bu hayranlığım da zirve noktasına Nejat İşler ile karşılıklı oynadıkları reklam filminde çıkmıştı. Fakat oynadığı karakter için biraz eğreti kaldığını düşündüm. Ekrandaki endamına sözüm yok ama bir tatil kaçamağı ile nişanlısını aldatan ve bunu her iki tarafa da yansıtmaktan çekinmeyen bir kadın için iyi miydi bence uzun uzun tartışılır. Ayrıca bu kadının Kaan'ı darmaduman ettiğini de unutmamak gerekir. Mete'nin alkol bağımlılığına bağlı banyo sahnesi, yıllardır gittiklerini lokantayı yerinde bulamadıkları an, Mustafa Musa'nın hikâyesi gibi detaylar da artı puan olarak aklımda kalanlar. Devrim Arabaları, dolayısıyla ilk filmin yönetmeni olan Tolga Örnek'e gönderilen selam da hoştu. Bu sefer Olimpos Sahili de sanırım gerçekten Olimpos Sahili idi. İlk filmdeki kumsal, çakılsız Olimpos Sahili biraz üzücü olmuştu.

Nejat İşler için birkaç şey söylemek istiyorum. Filmi izlemeden önceki gün yeni bir röportajını izledim. Adam tam bir alfa. Gerçekten hayranlıkla izlenesi bir adam. Alfa dedik tabi ama ağlarken bile güzel adam. Şimdi akıllarda çılgın bir soru: Alfa erkekler ağlar mı? Hadi bakalım. Ama bu sefer gerçekten yaşlanmış. Herkes için geçen yıllar onun içinde birkaç sene içerisinde on beş yıl kadar geçmiş gibiydi. "Aslında her şey biraz da kontrolsüzce olduğunda hep bir iz bırakır insanın damağında." ve "Çünkü ancak en masum olduğu anda vurabilirsiniz bir erkeği." aforizmaları da aklımda uzun süre kalacaktır.

Filmi gidip yerinde görmek icap eder. Yazının başlarında bahsettiğim gibi ilk filmin kredisi o kadar büyük ki üzerine elli tane film çekilse, ellisinin de ilk filmin ayarında olmayacağını da bilsek yine heveslenir, yine izleriz. İlk filmden bağımsız düşünmek, ilk filmi izlemeyenler için önce ikincisini sonra ilkini izlemek gibi öneriler var ama çok kulak asmamak gerekir. Karakterler ve radyo programını bilmeden, yani ilk filmi izlemeden, pek çok şey boşlukta ve havada kalacaktır. Sadece beklentiyi yüksek tutmadan izlemek yeterli. İyi seyirler.