21 Mart 2012 Çarşamba

Anayurt Oteli



















Anayurt Oteli 'nin kitabını okumuş ve yazısını yazmıştım kısa bir süre önce. Bu yazıdan sonra -eğer hala okumadıysanız- buraya tıklayarak okuyabilirsiniz. En az kitabı kadar beğenilmiş bir film uyarlaması olan kitabın, filmini de kısa bir süre içinde izleyip yazacağımdan bahsetmiştim. Dün gece izledim ve filmi anlatmak için şimdi buradayım. Aslında ikisini beraber yazabilirdim ama kitabı okuduktan sonra bir hevesle hemen yazmak istedim. Oluşturduğum Türk Filmleri listesinden bir parçaydı Anayurt Oteli ve dün itibarı ile onuda geride bırakmış oldum. Film nasıl mıydı? Aynen denildiği gibi: en az kitabı kadar başarılı.

Film 1987 yılında Ömer Kavur tarafından yapılmış. Yönetmenden biraz bahsetmek gerekirse, Ömer Kavur 1944 yılı Ankara doğumlu. Aykırı tarzıyla sinemamızda kendine özel bir yer edinmeyi başaran yönetmenin en dikkat çeken çalışması Anayurt Oteli olarak göze çarpıyor. Yatık Emine, Ah Güzel İstanbul, Yusuf ile Kenan yönetmenin ilk üç filmi ve bu filmlerle adından oldukça söz ettirip kendine sağlam bir yer edinmiş. Kavur, lenf kanserine yenik düştüğü zaman takvim yaprakları 12 Mayıs 2005 'i gösteriyormuş.


ÖMER KAVUR 


Filmin künyesine bakarsak, Yusuf Atılgan 'ın aynı isimli romanından uyarlanan senaryoyu Ömer Kavur kendisi kaleme almış. Oyunculara göz atacak olursak, şu meşhur Zebercet karakteri Macit Koper ile hayat bulmuş. Otelde çalışan hizmetçi kadını ise Serra Yılmaz canlandırıyor. Serra YılmazKaybedenler Kulübü 'nden Mete Avunduk(Yiğit Özşener) 'un annesi olarak hatırlamak mümkün. Gecikmeli Ankara Treni ile gelen gizemli kadın ise Şahika Tekand ile seyirciyle buluşmuş.

Anayurt Oteli, kitap haliyle Türk Edebiyatı için psikolojik gerilim türünün en önemli örneklerinden bir tanesi. Film hali için ise pek çok yerde bu türün en iyi filmi olduğunu okuyacağınıza emin olabilirsiniz. Sinema Dergisi 'nin En İyi 100 Türk Filmi Özel Sayısı 'nda da sinema eleştirmenlerinin değerlendirmesinde kendine dördüncü sırada yer bulmayı başarmış. İzleyen herkesin oldukça beğenisini kazanan Anayurt Oteli, izlemek için gösterdiğim çabayı düşününce hak ettiği değeri pek bulabilmiş gibi görünmüyor.




Senaryonun üstünden geçmek gerekirse, Zebercet kendi yalnızlığında bir otel işleten bir adamdır. Gelip giden müşteriler, tekdüze bir yaşam, kimsenin -hatta yanında çalışan hizmetçinin bile- umurunda olmayan yapayalnız bir adam. İsmi bile Zebercet. Müşterilerin ismini kaydettiği deftere bakarken annesinin isminde bir müşteri görünce "benim adıma sahip kimse otelde kalmadı" diye düşünmesi bile bu durumu özetler gibidir sanki. Ve bir gün gecikmeli gelen Ankara Treni 'nden bir kadın otele gelir. Bir süre kalır ve döneceğinin söyleyip otelden ayrılır. Günler geçer gider ama kadın geri dönmez. Bu gizemli kadının gidişiyle Zebercet 'in su yüzüne çıkmamış arayışları, yalnızlığı, tükenişi başlar. Bundan sonrası ise tadına doyulmaz bir psikolojik gerilim haline gelir. 

Fikirlerime gelirsek, film kesinlikle on numara diyebilirim. Bugüne kadar izlediğim en iyi yerli yapımlardandı derken zorlanmıyorum. Kitapta anlatılan hikayeye sadık kalınmış ve beyaz perde uyarlaması oldukça başarılı olmuş. Kitap sizi ne kadar geriyorsa, film de o kadar geriyor. Otelin görüntüsü ise hayallerimde kurguladığım mekana çok yakındı. Zebercet ve Anayurt Oteli 'nden bahsedilirken kullanılan Türk Edebiyatı 'nın unutulmaz karakteri ve unutulmaz mekanı sözleri Ömer Kavur 'un elinde adeta sınıf atlatılarak seyirciyle buluşmuş. Zebercet rolünü canlandıran Macit Koper ise, hani nasıl desem tek kelimeyle tam bir Zebercet 'ti. 




Tadına doyulmayacak cinsten bir hikaye Anayurt Oteli. Hem kitabı, hem filmiyle unutulmaz ve tadına doyulmaz türden bir şeyler var bu hikayede. Çok beğendiğiniz kitapların uyarlamalarını bir hevesle izlersiniz ve genelde hayal kırıklığı olur ya, çok uzaklara bakmaya gerek yok. Bu konuda mükemmeli yakalamış bir yapım varmış aslında ülkemizde. Şu sürekli kullandığım bulunamayan çıkış kapıları tabirim vardır ya benim, işte Zebercet o kapıları bulamıyor bulamıyor ve bir türlü ne yapsa da bulamıyor. Anayurt Oteli yalnız başına izlenecek türden bir film. Kesinlikle karambole getirmeyin derim ve yalnızken izleyin. Biraz düşündürsün sizi hiç problem değil sonuçta bunalım dediğiniz şey insanlar için var. Zebercet 'in dramına ortak olun. Nasıl diyordu Macit Koper derin derin bakıp; Adım Zebercet... 

18 Mart 2012 Pazar

Semerkant


















Semerkant, hem popüler hem kült olmayı başarmış bir kitap. Çok arada kalmışlıkları olan türden. Hani Tutunamayanlar'ı yazarken kimisinin başucu kitabı olduğundan kimisinin ise ilk sayfalardan elinden bıraktığı bir kitap diye bahsetmiştim ya size, Amin Maalouf'un Semerkant'ı da ona benzer bir kadere sahip. Sebeplerinden yazının ilerleyen kısımlarında bahsedeceğim. 1988 yılında yayımlanan kitabın son dönem popülaritesi ise oldukça dikkat çekici. İşin aslı, her dönemde popülaritesini korumayı başarmış bir kitap ama kendi adıma son bir yıldır çok fazla ismini duymaya başlamıştım ve nihayet sıra gelmişti. Kitabı biraz önce bitirdim ve bir şeylerden bahsetmek istiyorum. Hemen belirteyim yerini belirterek çok küçük bir spoiler vereceğim yazının içeriğinde. Peki ben bunu neden daha ilk paragraftan söylüyorum size? Çünkü spoiler demek biraz güç. Zaten kitabın genel gidişatı ile ilgili olduğu için bence kitabı henüz okumamış biri o bölümü rahatlıkla okuyabilir ama elbette bunun kararını siz vereceksiniz.

Kitabın yazarı Amin Maalouf'tan biraz bahsedersek, 1949 Lübnan doğumlu olan yazar 1976 yılından beri Paris'te yaşıyor. Yayın organlarında yöneticilik, köşe yazarlığı yapmış olan Maalouf vaktinin önemli bir kısmını roman yazarak değerlendiriyor ve dilimize de çevrilmiş pek çok romanı mevcut. Maalouf, ilk kitabı olan Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri'ni 1983 yılında yazmış ve bu romanla birlikte önemli başarılar kazanmış. 1986 yılında okuyucusuyla buluşan Afrikalı Leo(aynı zamanda ilk romanı) ile birlikte dünya çapında tanınır hale gelen Maalouf'un 1988'de yayımlanan ikinci romanı Semerkant ile yeri edebiyat dünyasında sağlamlaşmış.

Kitabın konusuna gelince, şu an Özbekistan sınırları içerisinde bulunan Semerkant şehrinden ismini almış. Bu şehrin tarihinde barındırdığı isimlerden üç tanesi Nizamülmülk, Hasan Sabbah ve Ömer Hayyam. Tarihin en ilgi çekici isimlerinden olan bu üç adamın hikâyesi anlatılıyor kitapta. Ömer Hayyam'ın ise daha göz önünde olduğunu söylemek mümkün. Bu hikâye kitabın ilk dönemecinden önceki kısım. İkinci kısmında ise Ömer Hayyam'ın el yazması Rubaiyat'ının 20. yüzyıla kadar uzanan öyküsü anlatılıyor. Bu öyküyle birlikte İran'ın siyasal durumundan uzun uzun bahsetmiş Amin Maalouf.

Semerkant okuduğum ilk Amin Maalouf kitabı ve Maalouf'un dilini beğendiğimi söyleyebilirim. Bence kitabın ufak bir talihsizliği var. İlk bölümde yer alan hikâye -yani Nizamülmülk, Ömer Hayyam ve Hasan Sabbah'ı anlatan hikâye- bütün bir insanlık tarihinin en ilgi çekici hikâyelerinden. Hâliyle bu ilk bölümü müthiş bir ilgiyle okudum. İkinci kısımda yer alan Rubaiyat'ın macerası ve İran'ın siyasal görüntüsü ise farklı bir ilgi çekici hikâye ama ilk kısmın gölgesinde kalmış. Bundan ötürü kitabın sona yaklaştıkça güç kaybettiğini düşünüyorum. Amin Maalouf, bağlantılı bu iki hikâyeyi iki farklı roman olarak anlatmayı düşünmüş müdür bilmiyorum ama bence öyle bir şey denese çok daha başarılı olurdu. Tabi bu benim naçizane fikrim.

Birçok kişi gibi ben de bu üç ismin hikâyesine oldukça ilgi duyuyorum ve Vladimir Bartol'ün Alamut kitabından sonra o döneme dair okuduğum ikinci önemli eser oldu Semerkant. Alamut'u okuyalı uzun zaman oldu ama aklımda kalan kısımlarını düşününce anlatılan hikâyeyle Semerkant'ta anlatılan hikâyenin çok ciddi çelişkilere sahip olmadığı fikrindeyim. İki kitap arasında tutarlılık iyi düzeydeydi sanırım.

Semerkant'ın en dikkat çekici özelliklerinden bir tanesi ise Ömer Hayyam'a hayranlık besleyecek şekilde yazılmış olması. Kitabın içinde verilmiş bazı rubaileri, insanların ona bakış açısı, onun insanlara bakış açısı ve ilişkileri, kısacası her şeyiyle hayranlık uyandıran bir karakter olarak anlatılmış kitapta. Alamut'ta yer alan Hasan Sabbah'ın dönem dönem Ömer Hayyam'ın yanında olmasını istemesi gibi ayrıntılardan Semerkant'ta da bahsedilmiş. Kendi adıma konuşmak gerekirse, bu adamlarla özellikle Ömer Hayyam'la tanışmış olmak gerekirmiş diye düşünüyorum. Bizim yaşadığımız dünyadan ne kadar farklı bir dünyada yaşayıp neler yapmışlar diye merak ediyorum sık sık. Anlatılanları dinleyip, yazılanları okumaktansa gözümle görmeyi onlarca kez tercih ederdim. 

Kitapla ilgili ilk paragrafta bahsettiğim kısımları açmak gerekirse, kitabı çok beğenen bir kesim var. Hatta "Hayatımın kitabı, bir Amin Maalouf harikası" gibi yorumlar okudum ve duydum. Buna karşılık kitabın tarihsel gerçekliklerini, Maalouf'un kendi hayal dünyasıyla çok fazla bütünleştirdiğini okudum. Bu gerçekliklerle alakalı çok fazla yorum yapamıyorum çünkü hikâyeyle ilgili güvenilir kaynakları okuyup araştırmadım hiç. 

- şimdi biraz spoiler - 

Ömer Hayyam'ın Rubaiyat'ı varlığını koruyor mu acaba diye düşünüyordum kitabı okurken. Acaba günümüze kadar gelip kitap olarak çoğaltılmış mıdır gibi düşüncelere sahiptim ve kitabın sonuna kadar bununla ilgili bir şeyler öğrenir miyim diye bekledim durdum. Semerkant'ta anlatılana göre Hayyam'ın Rubaiyat'ı, Titanik ile beraber sulara gömülmüş ve eğer bu gerçekse bu hikâye gerçekten çok enteresan demektir. Tarihe geçmiş bir adamın en büyük eserinin tarihi bir felaketle okyanuslara gömülmesi... Bence son derece ilgi çekici. 

- spoiler biter - 

Okuduklarımdan ve duyduklarımdan sonra kitabın gerçeklik kısmına çok güvendiğimi söyleyemem. Alamut ile pek çok noktada buluştuklarına bilmeme rağmen -özellikle ikinci kısıma- güvenemiyorum. Alamut'un kitabın ikinci kısmıyla ilgisi yok zaten. Buna karşılık kitabın dili başarılıydı. Ömer Hayyam'a hayran olmamak gerçekten elimde değil. Son dönemde her geçen gün biraz daha artan İran ilgimin tuzu biberi oldu Semerkant. Hiçbir şey için değilse bile sadece Hayyam'ın rubailerini okumak için bile okunmaya değer bir kitap. Okumak için benim kadar uzun süre beklediyseniz hiç zaman kaybetmeden en kısa zamanda okuyun derim. O kadar bahsettik madem, yazımı Ömer Hayyam'ın kitapta bulunan bir sözüyle bitireyim: "Kalk haydi, ebediyen uyuyacağız zaten!"

15 Mart 2012 Perşembe

Tabutta Rövaşata



















Sevmek Zamanı 'nı yazarken bir Türk Filmi listesi oluşturduğumdan bahsetmiştim sizlere. O filmlerden bir tanesiydi Tabutta Rövaşata. Sinemamızın çok ağır kan kaybettiği 90 'lı yıllarda seyirciye merhaba demiş filmlerden. Şu an sinemamıza yön veren Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Reha Erdem, Derviş Zaim gibi isimlerin daha yeni yeni kendilerine yer açtığı dönemler ve bugünkü film zenginliğinin öncesinde yer alan derin sessizlik yılları aslında. İşte o yıllardan olan 1996 'da Derviş Zaim imzalı, kült mertebesine ulaşmış, bol ödüllü bir yapım Tabutta Rövaşata. Film aynı zamanda Derviş Zaim 'in ilk uzun metrajlı yapımı olarak dikkat çekiyor.

Oyuncu kadrosuna gelirsek, film tek karakter üzerinden yükselen bir film diyebiliriz. Bu karakterin ismi Mahsun ve bugünlerde Behzat Ç. 'nin emekli Aziz Komiser 'i olarak göz önünde bulunan Ahmet Uğurlu ile hayat buluyor. Reis rolünde usta oyuncu Tuncel Kurtiz oynarken, uyuşturucu bağımlısı kız ise Ayşen Aydemir ile hayat bulmuş. Senaryo, filmin yönetmeni olan Derviş Zaim 'e ait ve yönetmenlik ile senaristlik dışında yapımcılığı Ezel Akay ile beraber yine Zaim üstlenmiş. Müzikler ise Baba Zula 'ya ait ve tek kelimeyle şahaneydi. 





Senaryoya gelirsek, bir sokak hikayesini anlatıyor Tabutta Rövaşata. Mahsun, İstanbul sokaklarında yaşayan garibanın tekidir. Araba tutkusu bulunan Mahsun, sık sık araba çalar bütün gece gezer, sıcak olduğu için içinde uyur, sabaha ise temizleyip arabayı tekrar yerine bırakır. Bu yüzden defalarca polisten dayak yemiş, hapse girmiş ve tekrar çıkmıştır. Günleri bu şekilde akıp giderken, sürekli çalıştığı kahveye gelen eroin bağımlısı güzel bir kıza aşık olur ve hikaye bundan sonra çok farklı bir şekil almaya başlar. İçinde aşkın olmadığı bu dramatik hikaye artık daha fazla dramatikleşmiştir. Mahsun sokaklarda yaşayan, araba çalan, günlük bulduğu birkaç kuruşla, Reis 'in ısmarladığı yiyecek ve içeceklerle hayatını devam ettiren bir garibandır ve aşık olması zaten darmaduman olan bu hayatın tuzu biberi olmuştur.




Aktarılacak önemli notlar var. İlk olarak ödüllerden bahsedersek, 1996 yılında Altın Portakal Film Festivali 'nde dört ödülün sahibi olmuş Tabutta Rövaşata. Bu ödüller En İyi Film, En İyi Senaryo, En İyi Erkek Oyuncu ve En İyi Kurgu ödülleri olarak dikkat çekiyor. Filmde özellikle parmak basılmış birkaç ironi mevcut. Bunlardan ilki filmin Rumeli Hisarı çevresinde geçmesi. Sokaklara ait bir gariban olan Mahsun 'un yaşadığı çevrenin İstanbul 'un nezih semtlerinden bir tanesi olması dikkat çekici (İstanbul 'u çok iyi tanımıyorum ve Rumeli Hisarı 'nın çevresinin nasıl bir yer olduğuna dair pek bir fikrim yok, mekana dair okuduğum yazılar bu yönde ve eğer yanlışım varsa affola). Bir diğer ironiye gelirsek Mahsun 'un soyadının Süpertitiz olması dikkat çekiciydi. Filmin başrol oyuncularından Ayşen Aydemir 'in ilk ve tek filmi Tabutta Rövaşata. Film çekildikten üç sene sonra kolon kanserine yenik düşen oyuncunun hayatı dramatik bir şekilde son bulmuş. Hayatını kaybettiği zaman henüz 35 yaşında olması oldukça üzücü ve filmdeki performansına bakınca sinema adına çok büyük bir kayıp olmuş demek güç değil. Mekanı cennet olsun, söylenebilecek çok fazla şey yok.




Tabutta Rövaşata 'yı beğendiğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Bu aralar iyi günler geçiriyorum ama buna rağmen bunalım bir ruh halindeyim. Sürekli uykum var, evden çıkmak istemiyorum, okula gitmek istemiyorum... Bunun sebebi son dönemde çok fazla haşır neşir olduğum kitaplar ve filmler olabilir belki. Sürekli dram türünde şeyler okuyup izliyorum. Paramparça hayatlar, imkansız sevdalar vs. Lakin çok güzeller elimden bir şey gelmiyor. Neyse konuyu saptırmayalım. En kısa zamanda Tabutta Rövaşata 'yı izlemeniz dileğiyle. Hepinize iyi seyirler.

10 Mart 2012 Cumartesi

Anayurt Oteli


















Bir süredir iyi kitap okuyamamıştım hiç. Arayı çok açmamak adına çok beğenmediğim Yazı Odasında Yolculuklar 'ı yazmıştım son olarak. Aylardan sonra ilk defa kendimi adapte edebildiğim bir kitap geçti elime. İlk önce film olarak dikkatimi çeken Anayurt Oteli 'nin bir romandan uyarlama olduğunu öğrenince ilk iş olarak romanını okudum. Çok beğendiğimi söyleyebilirim. Filmi de birkaç gün içinde aradan çıkarmak gibi bir düşüncem var.

Kitabın yazarı Yusuf Atılgan. Yazardan biraz bahsedecek olursak, 1921 Manisa doğumlu. İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu kendisi. 1944 yılında üniversiteyi bitirdikten sonra, devam eden yıllarda edebiyat öğretmenliği, çiftçilik, danışmanlık, çevirmenlik ve redaktörlük yapmış. Canistan adlı romanı üzerinde çalışırken romanı tamamlayamadan kalp krizi sonucu yaşamını kaybetmiş. Atılgan, Moda 'daki evinde hayatını kaybettiğinde takvimler 1989 'u gösteriyormuş.


YUSUF ATILGAN



Anayurt Oteli, Aylak Adam 'dan sonra ikinci romanı Yusuf Atılgan 'ın. Hemen belirteyim, Aylak Adam 'ı da edindim ve yakın zamanda okuyacağım romanlardan bir tanesi. Kitabın ana mekanı tahmin edeceğiniz gibi bir otel. İsmi Anayurt Oteli olan bu mekanın sahibi ise Zebercet isimli bir karakter. Zebercet iç bunalımları olan bir karakter ve roman psikolojik türde yazılmış. Günün birinde bir kadın bu otele gelir, bir gece kalır ve sonra bir daha gelmez. Sessizce giden bu kadın aslında Zebercet 'ten de bir şeyler alır götürür ve Zebercet 'in ondan sonra geçip giden günleri öncekilerden farklılaşmaya başlar.

Akıp giden bu hayat aslında karanlık ve yalnız geçen bir yaşamın öyküsü. Neden bilmiyorum Tutunamayanlar 'ı hatırlatan bir yazar, bir roman ve beni oldukça etkilediği bir gerçek. Bulunamayan çıkış kapıları, yalnızlıkla dibe vuran bir hayat, çaresizlik... Yusuf Atılgan 'ın Canistan 'ı yazmaya ömrünün vefa etmemesi ister istemez Oğuz Atay 'ın Türkiye 'nin Ruhu hikayesini hatırlattı bana.

Okuduğum en iyi romanlardan bir tanesiydi Anayurt Oteli ve yavaş yavaş anladığım bir şey var. Bu tarz iç bunalımları anlatan psikolojik romanlar oldukça ilgi çekici geliyor bana. Hani ne tarz kitaplardan hoşlanırsın sorusuna rahatlıkla cevap vermemi sağlayan bir şeyler var bu tarz romanlarda. Sebebini bilmiyorum. Anayurt Oteli, beni bugüne kadar içine çekmeyi en iyi başaran romanlardan bir tanesiydi. Haftalardır hatta aylardır iyi kitaplarla karşılaşamamış olduğumu düşününce bana ilaç gibi geldiğini söylerken zorlanmıyorum. En kısa zamanda edinip okumanız dileğiyle.

6 Mart 2012 Salı

Fetih 1453


















Millet olarak gazı çok severiz. Böyle Allah Allah nidaları, elde kılıç kalkan falan... Malzeme çoktur bizde aslında. Hani Cumhuriyet Dönemi 'nden öncesine dönüp şöyle bir sirkelensek her tarafımızdan savaş dökülür. Türk Tarihi 'nin dönüm noktalarından biridir İstanbul 'un Fethi. Çağ açıp, çağ kapatmış bir olaydır. Üzerinde uzun uzun konuşulabilir ama ne bu bir tarih blogu ne de ben bunu konuşmak için buradayım. Sebebi ziyaretimiz malum. Aylardır hatta yıllardır beklenen film Fetih 1453 geçtiğimiz haftalarda vizyona girdi ve bizde gidip seyrettik nihayetinde. Filmi özel yapan pek çok sebep var. Sinema tarihimizin en pahalı yapımı olması, hiç sahip olmadığımız şöyle görsel efektli, bol figüranlı savaş sahneleri barındıran bir dönem filmi olması ve bence en önemlisi bu kadar çok malzemeye sahip olduğumuz tarihimizin nihayet bir parçasının iyi reklamla, iyi tanıtımla insanlara merhaba demiş olması. Yazıya başlamadan söylemeliyim ki film beklentilerimi aştı. İlk deneme için bu kadar başarılı bir film beklemiyordum.




Filmin yapımcısı Faruk Aksoy. Aksoy 'un geride bıraktığı projeler Recep İvedik, Çılgın Dersane, Yeşil Işık gibi sinema adına çok fazla göze batmayan projelerden oluşuyor. Tüm film listesine baktığımız zaman ilgimi çeken tek bir tane film bile bulunmuyor açıkçası. Buna rağmen Fetih 1453 ile ilgili hiçbir önyargıya sahip olmadan filmi seyrettim ve sonuçtan memnunum.

Başrollere gelince Devrim Evin(Fatih Sultan Mehmed), İbrahim Çelikkol(Ulubatlı Hasan), Dilek Serbest(Era), Recep Aktuğ(Constantine) gibi isimleri görüyoruz. Devrim Evin ve İbrahim Çelikkol bu listede biraz daha öne çıkan isimler ve ikiside şu dönemde popüler olan isimler değil. Bu film onların parladığı proje desek yeridir. Senaryodan bahsetmek istemiyorum. Zaten herkesin fazlasıyla yakından bildiği bir hikaye ve tahmin edebileceğiniz gibi sürpriz bir sonla falan bitmiyor film. Ağır bir spoiler veriyim hemen modaya uyup, filmin sonunda İstanbul fethediliyor.




Gelelim benim düşüncelerime. Önce oyunculuklardan bahsetmek istiyorum. Performansıyla çok ön plana çıkan bir oyuncu olduğunu düşünmüyorum. Fikrimce oyunculuklar biraz zayıf kalmış bile diyebilirim. Sadece Fatih Sultan Mehmed 'i canlandıran Devrim Evin 'i beğendim. Role yakışmadığına dair bir şeyler okumuş ve duymuştum filmden önce ama ben iyi bir seçim yapılmış diye düşünüyorum. Constantine rolünde bulunan Recep Aktuğ ise sanki biraz olmamış. Yani Aşk-ı Memnu dizisinde mimikleri, tepkileri nasılsa Fetih 1453 'te de aynısı gibiydi.

Aslında en çok merak edilen şu görsel ve ses efektleri olayına gelince, ses efektlerini kesinlikle çok iyi kıvırmışlar. Yazının başında film beklentilerimi aştı demiştim ve bunu bana bu kadar rahatlıkla söyleten şey filmin ses kısmı kesinlikle. Görsel efektler ise biraz amatör kalmış orası kesin. Zaten çok mükemmel olmasını beklemiyorduk ama bazı sahneler çok göze batıyordu. The Lord Of The Rings seviyesinde olamazdı elbette ama ister istemez biraz daha iyi yapılamaz mıydı diye düşünmeden edemedim.




Konuyla ilgili yapabileceğim en net eleştiri ise Akşemsettin ve gemilerin karadan kaydırılma hikayesi ile ilgili. Akşemsettin geldi Fatih Sultan Mehmed 'e bir şeyler anlattı o ara bir yerleri kazıp bir taş buldular falan... Çok havada kalmış sanki orası ya da istenileni tam verememiş gibi. Eğer buna dair tarihte bir hikaye var ve ben bunu bilmiyorsam özür dilerim. Gemilerin karadan kaydırılması ise direk olarak değilde öncesinde oluşan fikir ve planlarla birlikte gösterilebilirdi diye düşünüyorum. Hepsi bir yana, lağımcıları gördünüz mü müdür? Hepsi madenci, hepsi kahraman. Ciğerlerini yerim ben onların. Tamam bu kadar gaza gelmemin madenci olmamla ilgisi olabilir kabul ediyorum ama hepsi kahraman bu bir gerçek.

Tek kahraman üzerinden anlatılan dönem filmi geleneğine sadık kalınmış. Troy, Braveheart, The Last Samurai gibi Fetih 1453 'te de savaşa katılan bir kahraman üzerinden hikaye devam ediyor. Tahmin edeceğiniz üzere bu karakter Ulubatlı Hasan. Filmle ilgili bir şeyler okurken neden bu kadar Hollywood klişesi barındırıyor gibi şeyler okudum. Dönem filmi çekerken Yeşilçam klişesi bekleyen insanlar vardı sanırım. Yani buna cevap olarak klişe barındırmasaydı da denilebilir ama bence bunların hepsi iyi giden bir şeyi kötülemek adına söylenmiş sözler.



Uzun lafın kısası, ilk deneme için film gayet başarılı olmuş. Mutlaka gidin ve izleyin derim. Zamanında Eşkıya ile Türk Sineması nasıl bir kademe yukarı çıktıysa, Fetih 1453 ile beraber aynı etkiyi yaşayabilir. Bu bir ilkti ve bir hayli başarılı buldum. Yüksek bütçeli yapımlar, iyi tanıtım, ilgisi olan veya olmayan herkesi sinemaya sürükleyen filmler... Bunlar güzel şeyler ve her ne kadar sinema adına bu tarz şeyleri çok tasvip etmesekte bu endüstrinin böyle şeylere ihtiyacı var tartışmasız.

Eşkıya filmini izledikten sonra "bir kere gerçekçi değil, hiç bir mahkum 35 yıl hapiste yatmaz" diyen zihniyet, Fetih 1453 'ü izledikten sonra "gemilerin batırıldığı sahnenin bilgisayarla yapıldığı çok belliydi" diyen zihniyetle aynı yolun yolcusudur. Onlara hak vermiyor değilim ne de olsa Fetih 1453 bir Braveheart ya da bir Troy değildi. Hadi bi' gidin allasen ya. Film iyi olmuş gidip izleyin işte.

2 Mart 2012 Cuma

Sevmek Zamanı


















Sinema Dergisi 'nin seyirci oylarıyla belirlediği "Tüm Zamanların En İyi 100 Türk Filmi" özel sayısını almıştım geçenlerde. Sıralama her ne kadar çok tatmin edici olmasa bile, pek çok filmle ilgili önemli detaylar ve bilgilere yer verdiği için güzel bir sayı olmuş. Türk Sineması konusunda oldukça eksiğim olduğu için, içinden bir liste oluşturmuştum ben de kendime. O listede yer alan filmleri eritmeye de Sevmek Zamanı 'yla başladım. Bahsettiğim özel sayının içinde bulunan bir liste daha var. Bu liste sinema yazarlarımızın seçimleriyle oluşmuş on filmden oluşuyor ve Sevmek Zamanı bu listenin en tepesinde. Kısacası, bu ülkenin uzmanları bir numara Sevmek Zamanı demiş.

Film, 1965 yapımı bir Metin Erksan filmi. Sevmek Zamanı dışında Yılanların Öcü, Susuz Yaz gibi önemli filmlerin altında da imzası olan Erksan, aynı zamanda filmin senaristliğini de Kemal Demirel ile paylaşan isim. Filmin başrollerine gelince Müşfik Kenter ve Sema Özcan isimlerini görüyoruz. Müşfik Kenter 'i hepimiz yakından tanıyoruz. Buna karşılık Sema Özcan evlendikten sonra oyunculuğu bıraktığı için ekranlardan ayrılalı oldukça uzun bir zaman olmuş. Sevmek Zamanı adına konuşursak, güzelliği ve duruşunu gördükten sonra sinema için önemli bir kayıp olduğunu söylemek zor olmuyor benim için.




Sevmek Zamanı çekildiği dönemde sinema salonlarında yer bulamamış kendine. Bunun sebebinden farklı senaryosu ve anlatım biçimi olarak bahsedilmiş Sinema Dergisi 'nin özel sayısında. Şu an bulunduğu yeri düşününce enteresan bir hikaye olarak göze çarpıyor. Senaryo gelirsek, Halil(Müşfik Kenter) bir boyacı olarak arkadaşı Mustafa(Fadıl Garan) ile birlikte çalışmaktadır. Günün birinde iş için girdiği bir evde duvara asılmış bir resim görür ve o resme deliler gibi aşık olur. Aylar boyunca bu eve gelerek bu resme bakar ve her geçen gün aşkı biraz daha büyür. Böyle günlerden birinde resimdeki kız olan Meral(Sema Özcan) çıkıp gelir ve Halil 'i kendi evinde, kendi resminin karşısında otururken görür. Bu aşka karşılık veren Meral 'in hesaba katmadığı şey ise Halil 'in kendisine değil resme aşık olduğudur.

Filmi çok beğendiğimi söyleyebilirim. Filmin teması olan "surete aşık olma" (bütün yazılarda böyle kullanılmış ve hatta bir yazıda özellikle herkesin bu şekilde kullanmasından bile bahsedilmiş neden bilmiyorum) bugüne kadar çok fazla karşı karşıya kaldığım bir tür değil. Şu an aklıma örnek olarak söyleyebileceğim bir film gelmiyor mesela. Filmin görselliği oldukça iyi. İstanbul, Büyükada, yağmurlar... Hepsi harikaydı. Filmle ilgili yapabileceğim tek kişisel eleştiri ise, müzik olayı biraz yoğun olmuş sanki ve belli bir noktadan sonra müziklerin beni yorduğu bir gerçek.




Filmin yapım yılı göz önüne alınca, bugün "Klasik Türk Filmi" olarak adlandırdığımız senaryolara belki bir ilham kaynağı, belki bir dönüm noktası, belki bir yol gösterici olduğu söylenebilir belki. Türk Sineması 'nın geçişleriyle alakalı çok fazla bilgi sahibi değilim ve o yüzden yanlış bir şey söylemek istemiyorum ama tahminimce zengin kız, fakir erkek ve başka bir zengin erkek temasını bu kadar başarıyla işlemiş en eski filmlerden bir tanesi olabilir diye düşünüyorum. Okuduğum yazılarda bu konuya hiç değinilmemiş ama oldukça yüksek bir ihtimal. Bu filmin ana hattı değil tabi daha önce bahsettiğim gibi surete aşık olma teması üzerinden ilerliyor film.

Metin Erksan hakkında da bir şeylerden bahsetmek isterdim ama bunun için yazacağım ikinci hatta belki üçüncü Erksan filmi daha uygun olur diye düşünüyorum. Dikkat çeken filmleri içinde izlediğim ilk Erksan filmi olabilir Sevmek Zamanı ve oldukça beğendiğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Türk Sineması 'nın bir numarası olduğu fikrine katılıyor muyum diye sorarsanız en azından Masumiyet, Selvi Boylum Al Yazmalım gibi filmlerden daha iyi değildi fikrimce diyebilirim. Daha fazla tepki toplamayacağıma emin olsam başka filmlerde sayabilirim aslında ama o zaman çok farklı bir boyuta taşınır söylediklerim. Sevmek Zamanı güzel, Sevmek Zamanı başarılı, Sevmek Zamanı kült... Henüz izlemediyseniz bir ara bir iyilik yapın kendinize.  Şimdiden iyi seyirler.