Tam on sekiz gün aradan sonra ilk filmim The Fall. Arayı hiç bu kadar açmamıştım. Neden bilmiyorum bir süredir pek canım istemiyordu. Bugün öyle bir film izledim ki sanırım sonsuza kadar bu filmden birilerine bahsedebilirim. Daha önce adını bile duymadığım bu güzel film önerisi için arkadaşım Gamze'ye kucak dolusu teşekkürü borç bilirim. İyi ki bana bu filmden bahsetmiş ve bende iyi ki izlemişim. The Fall, ayrıca oldukça uzun bir aradan sonra size yazacağım ilk film. Günler sonra, içinizi ısıtacak sıcacık bir hikâyesi olan bu filmi yazmak için şimdi buradayım.
Bazen düşünürüm, zaten "Fight Club, Leon, Dead Man Walking" gibi favorilerim varken bunlardan daha iyi olabilme ihtimali olan filmler kaldı mı ki diye. Hadi bunlar en uç noktalar, yani benim için çok özel değil, en özel olmayı başarmış filmler. Bunların bir seviye altında bulunan favorilerimin standardını yakalamış bir film olabilir mi diye. Binlerce film seyrettim ve belki de daha izlenmesi gereken binlercesi var. Ama bugün anladım ki bu işin sonu yok. Günün birinde adamın biri bir film yapar, oturur karşısına izlersiniz ve bütün bu soruları tekrar tekrar düşündürür size. İşte The Fall o filmlerden bir tanesi. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki bugüne kadar izlediğim filmler içinde en iyilerindendi.
The Fall, 2006 yapımı ve yönetmen koltuğunda Hintli yönetmen Tarsem Singh oturuyor. Çekildiği yıllarda gösterim konusunda oldukça sıkıntı yaşayan The Fall, bir festival filmi olarak kendini oldukça beğendirmiş. 2008 yılında Spike Jonze ve David Fincher'ın desteğini arkasına alan film hak ettiği değeri biraz geç bulmuş. Tarsem Singh'in yönetmenliğini yaptığı dört filmden (The Cell, The Fall, Immortals, Mirror Mirror) ikincisi olan The Fall, diğer filmlerine göre daha fazla beğenilmiş. Çalıştığı oyunculara göz attığımızda Jennifer Lopez, Mickey Rourke, Julia Roberts gibi isimleri görmemize rağmen The Fall'ın daha dikkat çekici olması yapımın geldiği noktada reklamdan ne kadar uzak kaldığını kanıtlar gibi. The Fall'ın senaryosu ise Singh'in de içinde bulunduğu dört kişilik bir ekipten oluşuyor. Oyuncu kadrosunda da Lee Pace, Catinca Untaru, Justine Waddell gibi isimleri görüyoruz.
Film konusuna gelince, hikâye 1920'li yılların Los Angeles'ında bir hastanede geçiyor. Alexandria (Catinca Untaru) kolu kırıldığı için burada bulunan, hastanede herkesin çok sevdiği, dünyalar tatlısı, henüz beş yaşında bir kız çocuğudur. Roy (Lee Pace) ise bir dublördür ve o da hastalardan bir tanesidir. Bu ikili tanışır ve Roy, Alexandria'ya bir hikâye anlatmaya başlar. Alexandria, oldukça ilgisini çeken bu hikâyeyi dinlemek için her gün Roy'un yanına gitmeye başlar. Bu hikâye gerçekle birleşir, Roy ve Alexandria baş kahramanlardan ikisi hâline gelir ve bütün bunlar The Fall'u tadına doyulmaz, iç ısıtan bir masala dönüştürür.
Filmin çekimleri dört yılda tamamlanmış. Zaten çok büyük bir emeğin ürünü olduğunu, filmi izlerken anlamak güç olmuyor. Görüntüler, karakterler, yönetmenin hayal dünyasının sonucu karşımıza çıkan mekanlar tek kelimeyle kusursuzdu. Aslında düşündüğünüzde son derece basit ve klişe görünen bir konusu var The Fall'un. Ama izleyince her şey çok farklılaşıyor. Alexandria ile birlikte Roy'un yanına gitmek için can atıyor, onlarla birlikte hikâyede bir kahraman oluyor, onlarla birlikte ağlıyor, onlarla birlikte eğleniyorsunuz.
- spoiler -
Roy'un vicdanıyla birlikte soluğu Alexandria'nın yatağının başında aldığı bir sahne var. Hikâyeyi anlatmak istemiyor, Alexandria anlat diyor, anlatmaya başlıyor... Beraber ağlaya ağlaya hikâyeye devam ettikleri o dakikalar beni ne hâle getirdi tahmin bile edemezsiniz.
- spoiler -
Nasıl olduğunu anlamadan filmin içinde buldum kendimi. Herkese aynı etkiyi yapacağının garantisini veremem. İzleyen pek çok kişinin filmi benim kadar beğenmediğine ve beğenmeyeceğine adım gibi eminim hatta. Ama ben mükemmeli yakaladığını düşünüyorum. O kadar çok beğendim ki izlediğim onca film arasında belki ilk 20, belki ilk 10, belki de ilk 5...
The Fall'u neresinden anlatsam, neresinden öve öve bitiremesem bilmiyorum hiç. Müzikleri, sahneleri, replikleri, oyuncuları, hikâyesi... Tek kelime ile şahaneydi. Alexandria'yı oynayan küçük bir kız çocuğu seyrettim ki onu size hiç anlatamam. Allahım o nasıl tatlı bir çocuktu. Bir an evvel okulu bitirip, iş bulup, evlenip, çocuk yapmam lazım benim. Bu filmi bir an önce izleyin ve diğerlerine vakit ayırın. Dediğim gibi, kim bilir daha izlenecek kaç tane mükemmel film vardır. Uzak kalmamak lazım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder