15 Aralık 2012 Cumartesi

The Intouchables


















Bazı filmlerin adını vakit henüz erkenken twitter, bloglar veya başka internet kanalları sayesinde gümbür gümbür duyarız. The Intouchables o filmlerden bir tanesiydi. Geçtiğimiz mayıs ayı itibarı ile vizyona girmişti Türkiye'de ve biz aslında haftalar öncesinden harika bir film olduğunu duymuştuk. Bazen öyle olur, bir filmi sinemada izlemek için çok geç kalırsınız. Yılda birkaç tane olsa da öyle elinizin altından kaçar gider bazı filmler ve kendi adıma bu yıl elimden kaçırdığım filmin The Intouchables olduğunu söyleyebilirim. Dün bir arkadaş sohbetinde tesadüfen adı geçti ve ben aylardır ertelediğim bu filmi az önce izledim. Size mükemmel olduğunu söyleyebilirim. Bugüne kadar izlediğim en güzel filmlerden bir tanesiydi.

The Intouchables, 2011 yapımı bir Fransız filmi. Filmin senaryosu gerçek bir hikâyeden uyarlanmış. Yönetmenliğini ve aynı zamanda senaristliğini iki isim paylaşıyor. Bunlar Olivier Nakache ve Eric Toledano. Bu güzel filmin başrol oyuncularına gelince François Cluzet ve Omar Sy isimlerini görüyoruz. François Cluzet ismine daha önceden aşina olsam da hem yönetmenler hem de oyuncular adına izlediğim ilk projeleriydi. Zaten Avrupa Sineması ile yıldızım ezelden beri pek barışık değildir. Kısacası şaşkınlık verici bir durum olmadığını söyleyebilirim.

Senaryoya gelince okuyacak enteresan bir şeyler yok aslında. Philippe(François Cluzet) bir yamaç paraşütü kazası sonrası boynundan aşağısı felç kalmış, oldukça zengin ve bakıma muhtaç bir adamdır. Sürekli yanında duracak, onu taşıyabilecek, çoraplarını giydirecek, yemeğini yedirecek, altını temizleyecek, yani kısacası neredeyse her işini yapacak bir bakıcıya ihtiyacı vardır. Bu bakıcıyı bulmak adına iş için çağrılan insanların arasında Driss(Omar Sy) de vardır ve tarzı biraz farklıdır. Herkesin takım elbiseyle geldiği iş görüşmesine gayet gündelik giysilerle gelir ve görüşmeye girdiğinde asıl amacının işe alınmak değil devletten yardım alabilmek için iş görüşmesine gittiğini kanıtlayan kağıtları imzalatmak olduğunu anlarız. Daha odaya girdiği anda tarzı Philippe'in dikkatini çeker ve ertesi sabah erkenden gelip imzalı kağıtları alabileceğini söyler. 

Driss'in bu kağıtları Philippe'in evine bırakıp kendi evine gittiği ve ertesi sabah geri geldiği sürede ise film bize Driss'ten biraz bahseder. Driss, göçmenlerin yaşadığı bir mahallede, kalabalık ailesiyle birlikte yaşayan ve hayatı başlı başına bir sorun olan serserinin tekidir aslında. Bütün bunlarla beraber ertesi gün Philippe'in evine gittiğinde işe kabul edildiğini öğrenir. Tamamen birkaç kağıdı imzalatmak amacıyla gittiği o evde kendisininkiyle hiç alakasız bir hayata sahip bir adamın ilgisini çekmiş ve bir dostluğun ilk adımları atılmıştır.

Senaryonun oldukça klasik göründüğünü söylemiştim. Hatta ana hatlarıyla konuya baktığımızda aklımıza Scent of a Woman'ın gelmesi engellenemiyor bile diyebiliriz. Biz Türküz ve duygusal yanımızın ağır bastığını düşününce böyle hikâyelere büyük bir ilgi duyduğumuzu söyleyebiliriz. Çaresizlikleri tanım olarak farklı olan iki adam bir bütün hâline gelir ve olaylar gelişir. Kulağa oldukça ilgi çekici geliyor. Dostluk kurmuş iki farklı insan var The Intouchables'ta. Tıpkı The Bucket List'teki gibi, tıpkı Scent of a Woman'daki gibi. Ama bir hayli beğenilmiş bu iki filme göre The Intouchables'ın çok daha ağır bastığını söyleyebilirim.  

Bir kere oyunculukların çok iyi olduğunu belirtelim. Başrolü paylaşmış iki adamın özellikle mimikleriyle fark yarattıkları bir gerçek. Film devam ettiği sürece müthiş bir hayranlıkla izleyeceğinize emin olabilirsiniz. Nispeten daha tecrübeli bir aktör olan François Cluzet zaten çok iyi ama Omar Sy biraz daha fark yaratmış diyebiliriz. Yani rolüne çok iyi adapte olmasından mı kaynaklı yoksa genel mizacından mı bilmiyorum ama adam sanki bu dünyaya birilerini güldürmek için gelmiş. Başka projelerde görmek lazım elbette daha derin ve net yorumlar yapabilmek için.

Fransız filmi olan The Intouchables'ın Avrupa Sineması'ndan biraz sıyrıldığını görmek de mümkün. Hani konuşulan dil İngilizce olsa hiçbir şey bilmeden filmin başına oturan bir seyircinin Hollywood'a ait bir yapım olduğunu söylemesi çok şaşırtıcı olmazdı herhâlde. Avrupa yapımı bir filmin kendi sinema kültürüne ait kalıplardan bu derece sıyrılmış olması da hoş bir ayrıntı ve bu yüzden film ilerledikçe belli ön yargılarım bu sayede kırıldı. O ön yargılarımdan bir tanesini söylemem gerekirse - ki bence söyleyebilirim - Fransız Sineması oldum olası hiç ilgimi çekmemiştir. Sevemedim bir türlü elimde değil. 

The Intouchables'a ait en önemli ayrıntı ise bence işin dram-komedi terazisinin kusursuz ayarı. Sakat bir adam ve ona bakıcılık yapan varoşlara ait, geçmişinde suç olan, sorunlu bir genç. Buram buram dram kokuyor bu film izlemeye başlamadan önce ama sahneler geçtikçe o boğazınızı düğümlemesi, gözlerinizi doldurması gereken sahneler bir türlü gelmiyor da gelmiyor. Çünkü aynı zamanda sizi oldukça güldüren, değme komedi filmlerine taş çıkaracak kalitede sahneleri olan güzel bir film izliyorsunuz. Bu konuda Driss karakterine hayat veren Omar Sy çok fazla övgüyü hak ediyor.

Sonuç olarak size şunu söyleyebilirim ki The Intouchables bugüne kadar seyrettiğim en güzel filmlerden bir tanesiydi. Bunu laf olsun diye söylemiyorum. Size şöyle iddialı bir cümle kurarsam daha açıklayıcı olabilir sanki: belki ilk 20, belki ilk 10, belki ilk 5 diyebileceğim kadar iyi. Siz hâlâ izlemediyseniz daha neyi bekliyorsunuz?

2 yorum:

  1. yazını okuduktan sonra izledim ve gerçekten ilk 5 arasında bir film. tebrik ederim keyif için.

    YanıtlaSil